Hıncal Uluç bizi heyecanlandırdı, sevindirdi, kızdırdı, güldürdü, ağlattı...

24 Kasım 2022 Perşembe

Hıncal Uluç vefat etti. Yakın bir dostumu, bir ağabeyimi kaybettim. Bu yıl halen ağırlığını sürdürüyor gördüğünüz gibi, ama Tanrı böyle uygun görmüş ne yapabiliriz ki? Ben öncelikle her birinizden özür diliyorum, çünkü bu sütun neredeyse İngilizce kullanıldığı şekliyle “obituaries”, yani yaşamını yitirenlerin ardından yazılan metinlerin bir araya geldiği bir matem köşesi haline dönüştü. Ama takdir edersiniz ki, hayattaki bu akışı yöneten ben değilim...

Değerli dost Hıncal Uluç’tan bahsetmeden önce, onun arkasından demediğini bırakmayanlara söylemek istediğim bir çift lafım var: Evet, Uluç’un Defne Joy Foster için kaleme aldığı makale büyük bir talihsizlikti, dev bir hataydı ve kocaman bir gaftı, gaftan öteydi. O yazının bence haklı bulunacak hiçbir yanı yok. Çok hassas bir konuda insanları yaraladı ve bu da unutulmadı. Hepsini kabul ediyorum.

Peki ya Uluç’un mesleğe ve topluma katkılarını tamamen göz ardı etmek normal ve doğru bir davranış mı?

Hiçbirimiz bir aziz veya azize değiliz, ki olsaydık bile kimsenin bir hata üzerinden tüm yaşamını ve kariyerini yerle bir edemeyiz, etmemeliyiz. Demek ki bir hatayı sonsuza dek uzatma kararlılığını sürdürenler, 83 yıllık değerli bir gazeteciyi bunun üzerinden aforoz etmeye kalkışanlar, ömürlerinde tek bir hata, tek bir yanlış yorum yapmamışlar, tek bir suç, tek bir günah işlememişler, hepsi sütten çıkmış ak kaşıkmış öyle mi? Pes...

Ben, Bedri Baykam, aziz filan değilim! Ben bir insanım. Geçmişte de hatalarım olmuştur, ileride de olabilir. O yüzden bu konuyu “insani zaaflar” çerçevesinde rafa kaldırıp sevgili Hıncal Abi’nin esas yönlerinden bahsetmek istiyorum izninizle...

GAZETECİLİĞİN YARATICI, YARAMAZ, HEYECAN MERKEZİ...

Hıncal Uluç, kendine has stiliyle köşe yazarlığında devrim yaratmış bir insandır. Günün makalesini farklı konulara bölerek kaleme aldığı “patch-work” olarak tabir edilen köşe yazısı formatını, bildiğiniz gibi basın tarihimize o sokmuştur. Gördüğü harika bir tiyatronun, konserin, serginin, okuduğu nefis bir kitabın tadına siz de varın diye, bin bir dereden su getirir, uğraşır didinir, kelimelerle insanı ikna eder! En sevdiği şey, insanları alıştıkları düz okuma formatlarının dışında farklı yörüngelere çekmek, bunu yaparken de tabiri caizse bubi tuzakları döşeyerek önce sarsmak, sonra da şaşırtmanın da ötesinde yok artıkk!” dedirtebilmektir! Bakın geçmiş zaman kullanamıyorum onun hakkında!

80’li yıllardan başlayarak, bırakın onunla arkadaşı olmayı, sadece Hıncal’la tanışmış olmak bile başlı başına ciddi prestijli bir olaya dönüşmüştü. Ben de kendisini o dönemin hemen başında tanıdım. Ali Kocatepe ve Mehmet Yılmaz ile beraber Ercan Arıklı’nın sahibi olduğu Gelişim Yayın Grubu’nda Erkekçe Dergisi’ni çıkarmaya başlamıştı. Duygu Asena da yan yana odalarda 1978’den beri çıkan Kadınca Dergisi’ni bambaşka bir özgür ve cesur üslupla yayına hazırlıyordu. Kadınca, Duygu Asena’nın “oturmuş” feminizmi sayesinde, Avrupa’dan gelen rüzgârlara boyun eğip, erkekleri düşman addetmeyen, cinsellikten korkmayan, kadınların çapkınlık da dahil olmak erkeklerle her noktada aynı haklara sahip olduklarının altını çizen, özetle o günün medyasında “toplumsal cinsiyet eşitliği” üzerinden yepyeni bir özgür kadın anlayışını körükleyen harika bir dergiydi. Hıncal Abi, aynı grup içerisinde Gelişim Spor Dergisi’ni de çıkarıyordu ki, ben de 70’li yıllarda Milliyet Gazetesi’nde başladığım tenis yazılarımı bu sefer yeni derin futbol yazıları serüvenine dönüştürerek aralıklarla orada sürdürmeye başladım. Ama hepsinden önemlisi Hıncal Abi benim Amerika’da fotoğrafladığım model çekimlerime bayıldı ve Erkekçe onları sürekli olarak yayınlamaya başladı. Her Türkiye’ye gelişimde ya şirketteki odasına uğrayıp laflamak ya beraber yemeğe çıkmak ya da sergi açılışlarımda onunla sohbet etmek vazgeçilmez bir zevk haline dönüştü. Erkekçe’de sürdürdüğümüz ortaklık boyunca, resimlerimin ötesinde fotoğraflarıma yaptığı iltifatlar beni her açıdan daha da soluksuz çalışmaya kamçıladı. Fotoğrafın dışındaki sanatım açısından da yurtiçi ve yurtdışı sergilerimi en yoğun olarak açtığım yıllardı.

BİR ROMANTİK OLARAK HINCAL ULUÇ VE SEVGİLİLER GÜNÜ...

Hani şu piyasaya şubat ayında büyük canlılık getiren, yani en azından mağazaların satışının o dönemde katlanmasına neden olan Sevgililer Günü var ya, işte Hıncal Abi bunu 1981’in Şubatı’nda Erkekçe’nin ikinci sayısında kapak konusu yaparak Türkiye’yi ilk defa bu özel gün ile tanıştıran isim oldu! Uluç bu hamlenin hemen ardından yakın çevresi, iş hayatındaki bağlantıları ve başta halkla ilişkiler duayenlerinden Deniz Adanalı olmak üzere tüm dostlarının desteğiyle, Sevgililer Günü’nün adım adım Türkiye’de yayılmasını sağladı; sabırlı bir terzi gibi, bu kumaşın her noktasını itinayla işleyerek...

Ve aşı hızla tuttu! 1982’den itibaren Türkiye’de âşıklar birbirinin Sevgililer Günü’nü kutlamaya, o güne özel hediyeler almaya, baş başa yemeğe çıkmaya ve hatta romantik seyahatlere kaçmaya başladılar! Yani turizmciler bile yararlandı bu gelişmeden! O günün bizde de kutlanmasını sağlayan ise daha sonra ayrıldığı, ama her zaman çok sevdiği sevgili eşi Amerikalı Holly idi. Uluç’un evlendiği tek kadın... Uluç flörte de, romantik sözcüklere de, kısa aşk hikayelerine de, duygusu derin romanlara da, aşk filmlerine de bayılırdı. Elinden gelse herkesin Sevgililer Günü’nde yaşadığı ve yaşattığı en güzel hikayeleri kendilerinden dinleyip ertesi gün köşesine sığdırabilmek isterdi. Güzel olan, heyecan yaratan her duyguyu, her zaman yaptığı gibi “paylaşma” refleksiydi bu. Kim bilir kaç kişi Sevgililer Günü’nün Türkiye’de estirdiği romantizm sayesinde tanışmış veya çekingenliklerini yenmiş veya evlilik teklifi yapabilmiş; hatta belki en olmadık, en benzersiz hikayelere imza atmışlardır. Yarattığı etkinin ince detaylarını hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz, ama en azından unutmayalım ki işte bunların hepsi Hıncal Uluç ile başladı.

TÜRK FUTBOLUNA “ÖZGÜVEN PATLAMASI” GETİREN İNSAN!

Futbolumuzda, 50’lerde, 60 ve 70’ler boyunca ara ara, saman alevi kıvamında parlamalar ve başarılı sonuçlar gelse de, ülkede hakim olan hava şuydu: “Adamlar oynuyor abi, biliyorlar bu işi! Bizim hiçbir şansımız yok, bakma 8-10 yılda bir aldığımız şu galibiyete, şu beraberliğe...” Bugünün Türk futbolu algısı üzerinden, o dönemin gerçeklerine inanmakta zorlananlarınız pekala olabilir. Lütfen araştırın, arşivlere girin, o zamanları birebir yaşamış tecrübeli kuşakla konuşun... Türk sporunda ve özellikle futbol ortamında bu yanlış bakışın, bu pesimist düşüncelerin, bu makus talihin üzerine giderek en büyük değişimi tetikleyen kişi, inanın Hıncal Uluç olmuştur. Bu komplekslerin hiçbir elle tutulur gerekçesi olmadığını, Türk futbolcusunun da, takımlarının da herkesle mücadele edebilecek, herkesi yenecek seviyede olduğunu, Avrupa takımlarına karşı yaşanan bu korkunun ilkel temellere dayandığını, Türkiye’nin şerefli mağlubiyetler veya başarılı beraberliklerle değil, ancak en önemli galibiyetler ve en unutulmaz zaferlerle tatmin olması gerektiğini, altını çize çize defalarca yazdığı sayısız yazıda gündeme getiren hep kendisiydi. Bunun yaşayan en büyük şahidi Mustafa Denizli’dir. Daha da fazla detay isterseniz o yıllarda Derwall ve kendi antrenörlüğü ile gelmeye başlayan Avrupa sahalarındaki başarılarımızın kökenini arşivlere girip yakından inceleyebilirsiniz.

YENİ BİR İNSAN PROFİLİ, KAHKAHALARLA ÇINLAYAN YENİ BİR TOPLUM

Düşünüyorum da... Köşe yazarlarımızın fazla değil, beşte biri Hıncal Uluç kadar resme, heykele, edebiyata, müziğe, tiyatroya, operaya ilgi gösterseydi, emin olun adeta kültür düşmanı gibi, sanata hiçbir değer vermeden ülkeyi yöneten onlarca hükümete rağmen, bambaşka bir yerde olabilirdik! Onun katıldığı açılışlar, davetler, balolar o meşhur ve “nev-i şahsına münhasır” kahkahasıyla kutsadığı buluşmalara dönüşürdü. Türkiye’nin en büyük holdinglerinin, bir organizasyon söz konusu olduğunda halkla ilişkiler sorumlularından almak istedikleri tek garanti, etkinliklerine Hıncal’ın katılabilmesiydi. Ki bunu garanti etmek her zaman mümkün değildi! Çünkü oyununa gitmeye söz verdiği genç bir tiyatrocuyu veya desteklemek istediği yeni bir ressamı, o akşam şatafatlı bir davete seve seve tercih edebilirdi...

Uluç, yeni bir özgür insan profilinin yaratıldığı ve toplumu faşizmin en ağır baskılarından 1961 Anayasası ile kurtarıp özgürleştiren 27 Mayıs Devrimi’nin, ömrü boyunca hep en büyük savunucularından biri olarak kaldı. Döneklere, ikinci cumhuriyetçilere, oportünistlere inat, 1961 Anayasası’nın faziletlerini ve özgürlükçü ruhunu, tüm süreci birebir yaşayan bir fert olarak durmadan savundu, anlattı, yazdı, çizdi. 1990 yılındaki 555K sergime Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve Oktay Ekşi gibi isimlerin yanı sıra tartışmasız en büyük destek kendisinden gelmişti. 27 Mayıs’ın özgürlük fırtınasını 21 yaşında tadan Uluç, ömrü boyunca özgür ve demokrat standartları savunmuştu. Belki açık polemiklere karşı korkusuzca dalışının kökeninde de bu vardı.

ÖZEL YAŞAMDA HINCAL ABİ

Galeri ziyaretlerini çok sevdiği gibi, Piramid Sanat’a da gelmeye bayılırdı. “Ömrümde katıldığım en güzel brunch’ları Piramid’de yaşadım” derdi. Bu sofralarda da geçmişi yad eder, annem Mutahhar Baykam’ın onun için hazırladığı yemeklerin lezzetini ballandıra ballandıra anlatmaktan kendini alıkoyamazdı. Burada kitapları karıştırır, Şevval Başalan veya Ertuğrul Akyüz gibi genç sanatçılarla tanışır, diğer sanatseverlerle de keyifli sohbetlere dalıp arada da o şen kahkahasını patlatırdı...

Yıllardır birlikte çalıştıkları Yasemin Sayın, onun yalnız özel kalemi değil, aynı zamanda sağ kolu, ana organizatörü, yeri doldurulmaz destekçisi ve adeta iş ortağı gibiydi. Bundan galiba 23 sene önce Yasemin üç ay işi bırakmayı denediğinde hayatı birbirine girmiş, çok kısa bir süre sonra kendisini tekrar ikna edip beraber çalışmaya devam etmişti. Kariyerinin bu kadar uzun soluklu ve yazılarının bu yoğunlukta sürebilmesinde tartışmasız Yasemin’in de rolü büyüktür.

Her yaştan, her takımdan sayısız arkadaşı vardı... Fanatik “kaşkollu” Galatasaraylıydı ama en yakın arkadaşları arasında sayısız hasta Fenerbahçeli, mesela Mehmet Yılmaz, Bedri Baykam ve Mustafa Taviloğlu vardı. Evet Fenerbahçelileri çok kızdıran yazılar yazardı, ben dahil... Ama işe oradan bakarsınız Türkiye’de sokağa çıkamazsınız. Mesela birçok Galatasaraylı da beni Galatasaray ve Galatasaraylı düşmanı zanneder. Hatta bu nedenle kahvelerde saldırıya uğradığım bile olmuştur. Halbuki futbol üzerinden insanların birbirini biraz kızdırması, hafif damarına basması, dalga geçmesi, ama bunu tatlı bir çizgide bırakması değil midir taraftarlık? Gerisi sporun gerçek centilmenlik ruhuna zaten aykırı şeylerdir!

İşte salı günkü cenazede de Fenerbahçe veya Beşiktaş kaşkolları Galatasaray bayraklarının yanında yer alıyordu. İzzet Öz’den Mehmet Sevigen’e, Ahmet Misbah Demircandan Tansu Çiller’e, Ahmet Nur Çebi’den Metin Öztürk’e, Adnan Polat’tan Faruk Süren’e, Fatih Terim’den Sunay Akın’a, İstanbul sosyetesinden spor muhabirlerine kadar, toplumun her kesiminden üzgün dostları bir aradaydı. Abisi Öcal Uluç’un fiziği de, kahkahası da çok benziyordu Hıncal’a... Bunu kendisine söylediğimde bütün bu çizgi ve tavırların esas baba Fuat Uluç’tan geldiğini aktardı Öcal Bey.

Bir de unutmadan söyleyeyim, lütfen ortak dostumuz Ünal Özüak’ın onun hakkında 22 Kasım 2022 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde çıkan mükemmel yazısını da okuyun. 

Sonuçta, Hıncal Uluç bu yaşamı sevaplarıyla, günahlarıyla, sevinçleriyle, üzüntüleriyle her alanında dolu dolu yaşamış duygu ve sinir dolu, kanlı canlı bir insandı, bir aziz değildi ve böyle bir iddiası da yoktu. Unutulmaz izler bıraktı, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun...                      



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Erken seçim mi dediniz? 18 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları