Bizim Cumhuriyetimiz

30 Ekim 2013 Çarşamba
Cumhuriyetin ilanı bir devrimdir. Her devrim zamanının
yerel, bölgesel, uluslararası koşulları zorlayarak,
aşarak gerçekleşir. Bizim Cumhuriyetimiz de I. Dünya
Savaşı’nda (1914-1918) yenilmiş, toprakları işgal
edilmiş, bölünüp paylaşılmış Osmanlı Devleti’nin
enkazı altından sağlam çıkmayı başarmış bir avuç
asker-sivil aydının öncülüğünde işgalcilere karşı
başlatılmış ve üç yıl sürmüş bir Kurtuluş Savaşı
(1919-1922) sonunda kurulmuştur.
Cumhuriyet Devrimi’ni aydınlanma devrimleri
izlemiştir.
İki gündür televizyon ekranlarında Mustafa Kemal
Atatürk’e, Cumhuriyet’in niteliğine ve ilan
ediliş yöntemine karşı çıkmayı “çağdaş tarihçiliğin”
olmazsa olmazı kabul etmiş çenebazların konuşmalarını
izliyorum.
***
Bunlar, “Cumhuriyet iyi de ama hani demokrasi…”
anlamına gelen sözler ediyorlar Cumhuriyetimizi
eleştirirken… Önce bir ülkenin adında “cumhuriyet”
sözcüğünün olmasının, onun yönetim biçiminin
“demokrasi” olduğu anlamına gelmeyeceğini belirtelim;
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İran İslam
Cumhuriyeti, Küba Cumhuriyeti gibi ülkeler buna
örnektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bunlardan temel
farkı, Cumhuriyetimizi ilan eden kurucu kadronun
başından itibaren aydınlanma devrimlerine koşut
olarak demokratikleşmeyi hedeflemiş olmalarıdır.
“Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü
halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi
esasına dayanır” söylemi, Cumhuriyetimizin kuruluş
felsefesini somut olarak yansıtmaktadır. Nitekim
söz konusu çenebazların kıyasıya eleştirdikleri tek
parti yönetimi (CHP) 1946 yılında kendi istenciyle
çok partili siyasal yaşama geçmiştir.
Yeri gelmişken anımsatalım; 1920’li yıllarda çok
partili siyasal yaşamı öngören demokratik anayasalara
sahip olan ülke sayısı 32’dir. 1932’de bu sayı
18’e, 1944 yılında ise 12’ye düşmüştür.
***
Türkiye’deki tek parti yönetiminin, bugünkü evrensel
kabul çerçevesinde bir “demokrasi” olmadığı
açıktır. Geriye dönüp bakalım; Türkiye’de tek parti
yönetiminin olduğu yıllarda Doğu ve Orta Avrupa
diktatörlerin baskısı altında idi. Almanya’da Hitler,
İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da
Franko, Sovyetler Birliği’nde de Stalin ülkelerini
demir yumrukla yönetiyordu.
Fransa, Belçika ve İsviçre’de kadınlar, en temel
insan haklarından biri olan “siyasal haklardan”
yoksun bulunuyorlardı. Nüfusun yarısını oluşturan
kadınların çok sayıda ülkede seçme ve seçilme
özgürlükleri yoktu.
1923-1946 arasındaki tek parti yönetimindeki
demokratikleşme uygulamalarına bu açıdan bakılarak
ve dönemin dünya koşulları incelenerek
yapılan sıralamalarda Türkiye çok yukarılarda yer
almaktadır.
***
Ekonomi, kültür, sağlık ve eğitim alanlarındaki
olumlu uygulamalara karşın 23 yıl iktidar sahibi
olan tek parti yönetiminin “lekesiz” olduğu da söylenemez.
1925 tarihli Takriri Sükûn Kanunu kapsamında
İslamcılar, sosyalistler ve Kürtler üzerindeki
baskılar, Yahudi yurttaşlarımızı hedef alan 1934
Trakya Olayları, Dersim İsyanı sırasında halka karşı
uygulanan orantısız şiddet ve kıyım, öncelikle gayrimüslim
yurttaşlarımıza uygulanan 1942-1943 Varlık
Vergisi. Sürdürelim; 1945 Tan Gazetesi baskını,
başta Nâzım Hikmet olmak üzere çeşitli yıllarda
yazarlara, şairlere, sanatçılara, aydınlara uygulanan
tutuklamalar, işkenceler, verilen ağır cezalar… Tüm
bunlar tek parti yönetiminin üzerine yapışıp kalmış
kara lekelerdir. Doğal ki eleştirilecektir.
Ne var ki mutlaka eleştirmemiz gereken bu
uygulamalar, kurtuluş ve kuruluş devrimlerimizi,
Cumhuriyetimizi yerden yere vurmanın gerekçesi
olamaz, olmamalıdır.
Bugün kadınımız ve erkeğimizle bağımsız bir
ülkenin özgür yurttaşları isek bunu devrimlerimizin
öncü kadrolarına ve onların yoktan var ettikleri
Cumhuriyetimize borçluyuz.
Yoksa… Bugün bizler de Ortadoğu bataklığında
çırpınan sefil ülkelerden birinin sefil insanları olurduk.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları