Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Unutturulan ilke
İktidardaki koalisyonun birleştirici ideolojisi milliyetçilik. Kendi aralarındaki birliği sağlamak için değil; milli duyguları gelişkin halkımızı iktidarın eylem ve girişimlerinin arkasında tutabilmek, kitle desteğini seferber edebilmek için.
Yüz yıl önce de milliyetçilik, Kurtuluş Savaşımız ile birlikte bağımsız bir milli devlet inşası sürecinde önemliydi. Ancak bugünkü milliyetçilikten en temel farkı, saray merkezli olmaması ve tüm bileşenleriyle birlikte, halkçılık program ve doğrultusu etrafında toparlanmasıydı. Milliyetçilik ile halkçılık, Atatürk’ün halk egemenliği olarak sunduğu reçeteyle de bağlantılı olarak, milletin içte saraya, dışta emperyalizme karşı egemen olmasının bütüncül programıydı.
Öyleyse halkçılık bizim demokratik gelişim tarihimizde çift anlamlı: İlkin halkın egemen olması bakımından siyasal bir demokrasi formülüdür; ikincil olarak da ayrıcalıklı sınıf, katman, meslek ve zümrelerin ayrıcalıklarının kaldırılması, ayrıcalıklı olmayan kesimlerin şartlarının eşitlenmesi arayışıdır; sosyal anlamda bir demokratikleşme formülüdür. Ne kadarı başarılmıştır, ne kadarı söylemde kalmıştır, bunlar ayrı tartışma konusudur. Ancak formül bu iki düzeydedir. Tam da bu yüzden, halkçılıktan bağımsız bir millicilik söylemi, şovenizmden öteye geçmeyen ve faturayı hep halka ödeten hatalar zincirinin kılıfı yapılmıştır hep. Bugün olduğu gibi.
İlginç değil mi? İktidar Rusya ile uçak krizi yaşıyor, ipler geriliyor. “Gerekirse tezek yakarız” diyorlar. Amerika ile rahip krizi çıkıyor; ekonomiyi kastederek “bedeli neyse katlanırız” nidalarıyla meydanları inletiyorlar. Yeri geliyor; ekonomik çöküş tehditlerine karşı, “göbeğimizi kendimiz keseriz” cümleleri de havada uçuşuyor.
Dış ülkelerle kavgada, içeride milliyetçi dalgayı yönetebilmek için gerekirse ekonomiyi, üretimi, dengeleri feda edebileceklerini söyleyen bir koalisyon tarafından yönetiliyoruz. Anlamı bu.
Ya şimdi? Tüm dünyayı olduğu gibi, virüs bizi de etkiliyor. Ama en fazla, çalışmak ve dışarı çıkmak zorunda olan geniş halk çoğunluğunu. Oysa iktidarın cümleleri, öncelikleri bu kez farklı: “üretimi ve ihracatı sürdürmek en önemli hedef” deniyor, “çarklar dönmeli” deniyor. Ne pahasına? Halk sağlığı pahasına.
Dış ülkelerle krizde milliyetçi dalga için ekonomi ikincil olabiliyor, ama içeride halk sağlığını ilgilendiren bir konuda, geçici bir süreliğine bile olsa ekonomi ikinci plana atılamıyor. İşte bugünkü milliyetçilik ve halkçılık bölünmesinin en açık örneği budur.
Çelişki mi? Hayır. Çünkü her ikisinde de bedeli en yoksullar ödüyor. Dış ülkelerle iktidarın yanlış tercihleri nedeniyle ilişkiler gerildiğinde ekonomik bozulmanın faturasını işsizlikle, pahalılıkla halk ödüyor. İçeride virüse rağmen ekonominin çarklarını döndürmenin öncelikli görülmesi karşısında, faturayı yine hastalanma riskiyle birlikte çalışan halk ödüyor.
Akçura örneği
Tarihimize dönelim yeniden: Niyazi Berkes Hoca’nın en sevdiğim yazılarından birisinin başlığı “Unutulan Adam”dır. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın doğumlarının yüzüncü yıldönümünde kaleme aldığı yazıda, Akçura’nın bu zaman dilimi içinde adım adım nasıl unutulduğunu anlatır Berkes. Aslında Akçura unutulan değil, halkçılıkla bağları koparan milliyetçi siyasetler tarafından bilinçli olarak “unutturulan adam”dır.
Nedeni açık: Akçura 1923’te Türk Ocağı’nda sunduğu ve “Türk Milliyetçiliğinin İktisadi Menşelerine Dair” başlığıyla yayımlanan konferans metninde, milli ve bağımsız yeni devletin yükselişinin ancak ve ancak iktisadi bir programla ilişkili olabileceğini açıklıkla ortaya koyduğu gibi, Osmanlı’nın çözülmesini de bu iktisadi program eksikliğiyle ve halkın sırtına bindirilen yüklerle açıklar. Şöyle der bir yerde: “Tebaadan alınan vergi, tebaanın refahının sağlanmasına, gelişme ve ilerlemesine kullanılmazdı; vergi de harp ganimetleri gibi sultan ve hâkim zümrenin, saray ile konakların masraflarına karşılık oluştururdu. Ganimetler yetmediği takdirde, saray ve konakların bütçe açığı vergiyle, o da yetmezse sikkelerin tağşişi, yani bir nevi gizli el koymayla kapatılırdı.”
Saptama net. Milli bir program, sözünü ettiği bu düzeni karşısına alan bir halkçılık siyasetine yönelmediği sürece başarılı olamazdı. Milli bir devletin yükselişi, siyasette saray yerine halk egemenliğine dayalı bir rejimle; ekonomide halkın sırtından geçinmeye son veren bir programın ilan edilmesiyle mümkün olacaktı. Halkçılık, bu ikisinin kesişim kümesiydi.
Yüz yıl sonra tablonun nasıl olduğuna şimdi siz karar verin.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza