Enver Aysever

Vicdan terazisine güvenmek

18 Mart 2021 Perşembe

Ahmet Oktay gazeteciliği bırakıp zamanının tamamını edebiyata vermişti; söyleşirken “Günlük meseleler hep yazmaktan çaldı” dedi. Benzer konuşmayı Oktay Akbal’ın evinde de yapmıştık. Oktay Abi çok başarılı bir yazardı. Edebiyata özgün tavır getirmiş, ilgiyle izlenirken gazeteci olarak bulmuştu kendini. Verimlerini etkilediğini, çok daha fazlasını yapabileceğini konuşmuştuk. Melih Cevdet de çeşitli yerlerde şiire, genelde yazına gereğince zaman ayırmanın güçlüğünden söz açıyordu. Akademik çalışmalar, farklı sanat disiplinleri, gazetecilik tüm yönleriyle aydınların içinde olduğu alanlardır.

Aziz Nesin güncelerinde dert yanar, bizde yazı insanının salt yaratıyla uğraşmasının mümkün olmayacağını söyler. Düşünen, kaygılanan aydının başka ödevleri de vardır. Diyeceğim, çok şapkası olur eli kalem tutan kişinin, bir o kadar da ödevi vardır kuşkusuz. Söz açtığım isimlerin bazısını yakından da tanıdım. Yurtsever, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, sosyalist kişilerdi. Bize verdikleri öğüt, aydınlanma mücadelesini sürdürmektir. Elbet ölçüt koymak gerekir. Ölçütü dışarıda aramak yanıltır insanı, esas olan kişinin vicdanıdır, ilkeleridir.

Tiyatro yapan genç adamken türlü maceralar yaşadım her hevesli gibi. Yetişkin olunca yapıtlar koymaya da başladım. Eleştiri nedir, kin tutmak nasıl olur, dostluk düşmanlık nerede başlar nerede biter gördüm. Yanılmak yaşama dahildir kuşkusuz. Önemli olan düşünce tutarlılığı, hesabını verebilmektir. Tiyatro yaparken ilk şiirim yayımlandıydı, ne sevinmiştim. Bir şairi kim umursar ki? O genç şair pek azimli çıkmadı ama düzyazı serüveni devam etti. Bir An Bin Parça roman oldu, bir de “Yunus Nadi” ile taçlandı. Gözümün önünden geçti anbean yaşadıklarım. İlhan Abi (Selçuk) ödül konuşmamdan sonra davet etmişti beni, Cumhuriyet serüvenim de öyle başlamıştı. 

Kültür sanat yayıncılığını radyoda, televizyonda yaptıktan sonra Aykırı Sorular zamanı geldi. Ne güç günlerdi, hâlâ da sürüyor. İnsanlar iftiraya uğruyor, kendini ifade edecek mecra bulamıyordu. Elimden geldiğince karanlıkların üstüne gittim. Ali Tatar intiharı ardından ağabeyi Ahmet Tatar ile yaptığımız yayın içime çok dokunmuştu. İyi ki görevimi yaptım. İlhan Cihaner’in makamından yaka paça alınıp zindana tıkıldığı günü anımsıyorum, daha neler. Öyle bir çağı yaşıyoruz ki kimse hakikatle ilgili değil, algı esas sayılıyor. Bunun adı da var “algı yönetimi”!

Medya siyaset kadar kirli. Devlet televizyonundan tutun büyük sermaye elindeki kanallara dek karmaşık tablo. İlkelere bağlı kalmak, otosansür yapmadan görevini yerine getirmek güç. Siyaseti rahatsız ediyor, bedeli de göze alıyorsun ama bir de patron belası çıkıyor başına. Elbet kraldan çok kralcıları da ıskalamamak lazım!  Mesleki rekabeti bir ölçüde anlıyor insan da ya o kötücül hırsa ne demeli. Fransız atasözü sanırım “Tanrı kimseye yeteneğinden çok hırs vermesin” diye kalmış aklımda. Yetenek, düşünce derinliği ortadan kalkınca geriye sadece kötücül ayak oyunları ve sahte iktidarı korumak isteyen dalkavuklar kalıyor.

Söz açtığım ustalar gibi ben de yazdım, konuştum, tartıştım. Nâzım’ın sert sütun kavgalarını okudum yeniden. Dilin hakkıyla tartışmak beceri, zekâ ister. Sosyal medya çağında pek mümkün görünmüyor artık, yine de keşke fikirleri konuşabilsek, doğru kavramlarla, yerli yerinde diye umuyor insan. Hedefe konunca bir an şaşıyorsun, kanser gibi kendi başına gelmez sanıyor insan, sonra bu veri bombardımanına yetişmenin mümkün olmadığını kavrıyorsun. Dert anlatmak gürültüde pek zor. Üstelik kimsenin hakikati öğrenmek merakı da yok. Yine de deniyorsun. Üzülüyorsun sonra. Ne kadar kendini bilsen de bu duygu kaçınılmaz oluyor, derken olan biteni netlikle görüp mücadeleye devam ediyorsun. Boyun eğmek bana yakışmaz deyip zamanın sarsılmaz terazisine güveniyorsun.

Bugünün bilişim olanakları ifade özgürlüğü mü sağlıyor yoksa herhangi bir ölçü olmaksızın gevezeliği mi kışkırtıyor, karışıyor. Her şey pek hızlı oluyor, düşünce oluşmadan siliniyor, akılda ne kaldıysa o işte. Neye güveneceğim diye düşünüyor insan, elimde yazıdan başka ne var ki? Bu sütunlar belgedir. Nesin söylemişti, “söylediklerimiz kadar sustuklarımızdan da sorumluyuz” diye.

Diyeceğim; geçen gün adım ihaleciye çıktı, güleyim mi ağlayayım mı, şaşırdım kaldım. Yaşamımda yazmak, sahne sanatları, televizyon programcılığı, köşe yazarlığı, eğitim vermek dışında iş görmemişim, ayıkla pirincin taşını. Baktım işi gücü bırakmış manşete, programlarına da taşımışlar beni. Sordum kendime ihaleye girmişliğim var mı, diye. Şaka elbette. Ne ticaret yapmışım ne bu işlere bulaşmışım. Gelgelelim elâlemin ağzı torba değil ki büzesin! 

Bilinen hikâyedir, Sokrat baldıran zehri içmeye mahkûm edilince, eşi “Haksız yere seni öldürecekler” demiş. Bilge, “Haklı yere öldürseler daha mı iyi?” karşılığını vermiş. Hep güvendim yazıya, burada dursun, gün gelince açıp okunur, kimselere verecek hesabım yok, umarım herkes bu cümleyi aynı ferahlıkta kurar. Şimdilik bu kadar!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İflas 25 Mart 2021

Günün Köşe Yazıları