Çiçek atın yeter!

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Haldun Taner, “Sansür Üzerine” adlı yazısını kaleme aldığında yıl 1962’ydi. Sansürü aynı zamanda sanata yapılan bir saldırı olarak nitelendiriyor; “Her devirde sansür, ulusal çıkar adına hareket ettiğini savunmuştur. Ama buna hiçbir zaman kendi de inanmamıştır. Aslında geleneğin, statükonun bekçiliğini sırf emrinde bulunduğu efendilerinin adına yapar. Öyle olmasa her yeni idare ile sansür ölçülerinin değişmesi gerekirdi” diyordu. Kendisi de ilk yazdığı oyununda, sansürün kurbanı olmuş “Günün Adamı”, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda seyirciyle buluşmadan repertuvardan kaldırılıvermişti. 

*

Altmış yıla yakın zaman diliminde insan ister istemez çağdaşlık ölçütleri içinde bir şeylerin değişmesini bekliyor. Nafile! Öte yandan ülkemizde yalnızca sansür başlığıyla yola çıkılıp Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyunundan bu yana yaşananlar örneklemelerle anlatılsa rahatlıkla birkaç ciltlik kitap oylumuna ulaşılabilir. Olağanüstülüklerin sıradanlaştığı bir coğrafyada nefes alma çabamızı sanatın bize sunduğu iyilikle sürdürmeye çalışıyoruz. Konser ve oyun yasakları, indirilen cam çerçeve, kundaklanan kültür ve sanat merkezleri, hatta sanat eğitim kurumları listesi hayli uzun. Yalnızca ilk elde aklımıza gelenleri kaleme almak bile içler acısı halimizi gösteriyor: 

1961 yılında “Genç Oyuncular”ın, Erdek’teki festivalde saldırıya uğramalarının nedeni, Sevda Şener hocamızın deyişiyle, “sanatı birkaç büyük ayrıcalıklı kentin kültür zenginliği olmaktan çıkarıp halk kitlelerine ulaştırma yönünde önemli bir adım” idi. 50’lerin sonundan itibaren toplumdaki hareketliliğe koşut olarak tiyatro sanatının Anadolu’da yaygınlaşması adına birtakım girişimler yaşanmış, atılımın itici gücünü de kentli üniversite öğrencileri üstlenmişti. Aralarında Atilla Alpöge, Genco Erkal, Arif Erkin, Mehmet Akangibi nitelikli tiyatro adamlarının bulunduğu “Genç Oyuncular”, geleneksel tiyatromuzun tuluat geleneğinden yola çıkarak “Vatandandaşlık Oyunu”nu oynamış; saldırıya uğradıkları yetmezmiş gibi haklarında bir de soruşturma açılmıştı. 

*

60’ların başında dünya tiyatrosunda eşi benzeri olmayan bir olay daha gerçekleşti: Oraloğlu Tiyatrosu’nda sergilenen “Lady Chatterley’in Aşkı” adlı oyunun müstehcen olup olmadığının anlaşılması için savcılık tarafından bir üst kurul oluşturuldu. Benzer durum Aristofanes’in üç bin yıl önce yazdığı “Lysitrata”ya uygulanmak istendiğinde bu defa Lale Oraloğlu açlık grevine başladı. Birkaç yıl sonra ise daha korkuncu da daha yaşandı: Şehir Tiyatroları’nda oynanan Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı” saldırıya uğradı. Milletlerarası İcra Komitesi’nin bildirisi şöyleydi: “İstanbul Belediyesi, Tepebaşı Tiyatrosunda, Bertolt Brecht’in 1939 yılında yazdığı eser, başarı ile oynanırken birtakım geri kafalı insanların ilkel topluluklarda bile az görünen bir davranışla ve kişisel, toplumsal uygarlık duygusundan yoksun bir zavallılıkla oyuna karışmaları, bağırıp çağırmaları, oyunculara saldırmaları icra komitemiz tarafından yüz karası bir hareket olarak görülmüştür.” 

*

1967’de Kadıköy İl Tiyatrosu, Aziz Nesin’in kaleme aldığı “Berber Nonoş” oyunun temsili sırasında otuz kadar kişinin saldırısına uğradı. Oyuncular dövülüp oyunun dekoru parçalandı. Bir yıl sonra Aydın Engin tarafından yazılan “Devr-i Süleyman”ın macerası ise daha çetrefilliydi. Yasaklamalara karşı geri adım atmayan Halk Oyuncuları, Demirel dönemini hicvettikleri oyunlarını kapalı gişe oynadı. Hatta oyunculardan Umur Bugay sahneye çıktığında salon alkıştan yıkıldı. Ne var ki oyun önce saldırıya uğradı, ardından oyunun sergilendiği “Küçük Opera” binası yakıldı. Doksanlı yılların sonunda sevgili Savaş Yurttaş’la, bir gece sohbetinde sahneleri yok edildikten sonra Ankara’ya nasıl taşındıklarını sormuştum. “Önemli olan tiyatro yapmaktı, nerede yaptığımızın önemi yoktu” sözlerini unutmam mümkün değil!

*

Halk Oyuncuları, tiyatro tarihimizin bir başka yüz karası olarak nitelendirilebilecek başka bir olayı bu defa Tunceli’de yaşadı. Erol Toy’un yazdığı “Pir Sultan Abdal” oyununun valilikçe yasaklanmasının ardından, oyunu izlemek isteyen seyirci ile güvenlik güçleri karşı karşıya geldi; iki kişi vefat etti. Niyeyse önce oyuncular gözaltına alındı. 

*

1970’lerden sonra, yalnızca AST’nin (Ankara Sanat Tiyatrosu) başına gelenler, pek çok sıkıntı yaşamalarına rağmen tiyatro sanatını yaşatmak adına ayakta durma savaşımı mucize gibidir. Parasal açıdan sarsılmalarına karşın oyun oynama isteklerinden taviz vermemeleri de bu onurlu geçmişin bir parçasıdır. Gorki’nin “Ana” oyunundan sonra tiyatronun kapısına mühür vurulmasına rağmen... Yine aynı yıllarda Dostlar Tiyatrosu’nun tarihi ülkemizde politik tiyatro adına ayakta kalma direnciyle birlikte yasaklar tarihiydi. Bu dönemde pek çok tiyatronun da sansüre uğradığını görürüz. Peter Weiss’in kaleme aldığı, Can Yücel’in dilimize kazandırdığı “Saloz’un Mavalı”nın başına gelenler ise trajikomiktir. 1973 yılında Weiss’a ve kitabın çevirmeni Can Yücel’e dava açılır. En sonunda yazar da çevirmen de beraat eder! 

*

Takvim yaprakları 1989 yılını gösterdiğinde içimizi acıtan Şan Tiyatrosu yangını yaşanır. Tiyatronun gece bekçisi Niyazi Özlü yaşamını yitirir. İstanbul Elmadağ’da, Surp Agop Ermeni Vakfı’na ait olan arazide 1953 yılında inşa edilen Şan Salonu, 80’li yıllarda Egemen Bostancı tarafından onarılarak müzikhol haline getirilir; İstanbul’un kültür sanat hayatının en önemli merkezlerinden biridir artık. Yangının gerçekleştiği dönemde ise Ferhan Şensoy“Muzır Müzikal” adlı eserini oynamaktadır.

*

2017 yılında Müjdat Gezen Sanat Merkezi kundaklanır. Kundakçı ilk ifadesinde, Gezen’in Abdülhamit Han’a dair düşüncelerini beğenmediği için bu eyleme kalkıştığını söyler. Bir gaz bidonuyla sanat eğitimi veren bir okulu yakmaya kalkışmanın altyapısı vardır ne yazık ki. 

İngiliz tiyatro adamı Edward Bond, “Tiyatro yoksunluğu şiddeti getirir” der. Daha önce sanatla gerçek anlamda buluşmamışların yaşattıkları ise umut kırıcı, nefes daraltıcı. Dahası sanat adamının yaşamasına, eve ekmek götürmesine engel olan bir süreç. Bizler ise sonu gelmeyen bir yol yaşıyoruz. Baskı, sansür, yakma yıkma, yok etme gibi olguların uygarlık dışı olduğu fikrinde genel olarak uzlaşabiliyoruz. Peki, biz bu vahim tablonun ne zaman dışına çıkabileceğiz? Asıl soru bu!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Gezi notları 20 Nisan 2024
Yoksulların savaşı 6 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları