Sıkıldık… Bunaldık… Yorulduk…

16 Ekim 2021 Cumartesi

Ülkenin bitmeyen çalkantılı döneminden sıkıldık, bunaldık. Dahası çok yorulduk. 

Sıkılma sanatının inceliklerinin içinden nefessiz kalarak geçtik. Zaman geçtikçe böğrümüze oturan haberler karşısında  neredeyse sağlığımız bozuldu, kalp çarpıntımız arttı. Bir kısmımız tansiyon hastası oldu. Turgut Uyar’ın, “Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o benim!” dizelerinden taştık durduk. Sıkılan adamların, kadınların, çocukların sayısı katlandı. Bunaltıdan kendi dünyamızda kentler, ülkeler yaptık. Sokaklarında dolaştık. Bir süre sonra  yarattığımız o kurmaca, labirente dönüştü. Duvarların arasında hapsolduk. 

Kraucer Usta yazmıştı: “Günümüzde hâlâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar.” 

En azından sıkıcı değiliz, diye kendimizi avuttuk günlerce. Kalbimizdeki buhranı bir parçamız, organımız gibi taşıdık. Boş yere huzurun anahtarını aradık. Oysa bu döngü içinde bizler de sıkıcı olduk. 

Sıkılmayı, bunalmayı, yorulmayı hece hece öğrendik. Hevesli öğrencilerdik. Azimliydik. Hiç durmadan sıkılmaya, bunalmaya, yorulmaya devam ettik. 

***

Dolar artıyor. Filesini dolduramayan bir annenin içine içine akan gözyaşlarından taşıyoruz. Fakirlik, çıtasını gün be gün yükseltiyor; her gün çöpten yemek arayanların gözbebeklerindeki çaresizlik büyüyor. Buna karşın yatlarda, katlarda, yalılarda kaynağı belli olmayan zenginliklerini gözümüze sokanların edepsizlikleri çoğalıyor. Sıkılıyoruz. 

Dünyanın en güzel sanatlarından biri olan sinema adına verilen ödül törenlerinden birinde, yirmi küsur yıldır rolü olan taş fırın erkekliğini içine sindirmiş bir sunucu, “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” cümlesinden rahatsız oluyor. Sıkılıyoruz. 

Adamın teki, elinde satır, kendinden boşanmak isteyen karısının boğazını kesip “Bana bir şey olmaz, üç beş yıl yatar çıkarım!” diyor. İki dirhem bir çekirdek, çizgili takım elbisesini giyip hâkim karşısına çıkıyor. Gevrek gevrek “Namusumu temizledim” diyor. Cezasına indirim üstüne indirim yağıyor. Sıkılıyoruz. 

Her yerden irin akıyor, iddialar havada uçuşuyor, ortada ne varsa üstü örtülüyor, ruhumuz yaralanıyor. İnsan kendi boşluğundan bile kovuluyor. Yorgun düşüyoruz. Attilâ İlhan’ın “Yorgunlar Sendikası” şiirinden bir buket yapıyoruz: “Bir sendika çıkardım yorgunluğumuzdan / adı üstünde yorgunlar sendikası / iyimserliklerimizi duvarlara çarpıyorlar.”   

Sırayla hedef göstermeler çoğalıyor. Farklı bir ses çıkaranın kafasına vuruluyor. Olmadı terörist ilan ediliyor. Sıkılıyoruz. 

Bu kadar acı karşısında bir gazetenin manşeti, bir dizide oynayan iki oyuncunun yarım sayfalık fotoğrafıyla, “Birlikteliklerini saklamıyorlar” oluyor. Sıkılıyoruz.  

Dünyadaki ırkçılık ve milliyetçilik olgusu kılık değiştirerek kapımıza kadar ulaşıyor.  Tedirginlik kol geziyor. Takkeliler pantolon giyerek projelerini hayata geçiriyor.  Sıkılıyoruz.  

Eduardo Galeano yazmış: “Özgürlük benim ülkemde politik mahkûmların yattığı bir cezaevi, aşk, insanla otomobil arasındaki ilişki, devrim, mutfakta bir deterjanın yapabilecekleri, zevk, belirli marka yumuşak sabunun ürettiği bir şey…” Benzer duyguları yaşıyoruz. Sıkılıyoruz.  

***

Şükrü Erbaş’ın, “Biz uzun uzun sıkılırız / arkadaşlarımız da sıkılırlar ki bize gelirler!” dizelerindeki kalabalık yok! Kıstırılmış hayatlarımızda, evlerimizde, bahçelerimizde yalnızız artık. Şenlik çoktan bitti. Biz değil, yüreklerimiz dağıldı. Bir boşluk zamanında yaşıyoruz. 

Sıkılmaktan sıkıldık. 

Bunalmaktan sıkıldık. 

Yorulmaktan sıkıldık. 

Alabora olmuş teknemizin sığınacağı yeni bir ada gerek. 

İnsan arayışını tüketirse ömür bitiyor. 

Adamakıllı bir hayat istiyoruz. Sıkılmadan, bunalmadan yaşayacağımız bir hayat hem de! Ülkenin bizde bıraktığı yorgunluktan sıyrılıp kendi alanlarımızı açarak mutlu olacağımız bir dünyada yaşayalım, diyoruz. 

Çok şey mi istiyoruz be arkadaş… 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları