Yaratma özgürlüğü

09 Ekim 2021 Cumartesi

Belleğimdeki görüntü sararmış bir fotoğraf gibi. 

Dedem, radyonun yanında oturuyor. Eskilerin deyişiyle “ajans” dinliyor. Yüzü asık. Demek yolunda değil memlekette işler. Araya giren parazite sinirlenerek bir hışımla radyoyu kapatıyor. Dudaklarından; “Çiğnendi, yazık, yine milletin ümmidi bülendi / Kanun diye kanun diye kanun tepelendi!” dökülüyor. 

Bir kuşağın ezbere bildiği dizelerdi bunlar. Tevfik Fikret’in artık günlük yaşamın içine oturmuş kalemi, nice padişaha, sadrazama, devlet adamına ve olağanüstü mahkemelerin düzmece yargıçlarına atıfla kullanıldı durdu. 

Tarihimiz, onca yasak, gözdağı, baskı, sansür, gizli sansür ve hatta satın almanın sanatçılara uygulanma çalışmasıyla dolu. 

Dönemin padişahı, “Servet-i Fünun” dergisini Hüseyin Cahit’in Fransız yazar Lacombe’den çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” yazısında, “Fransız İhtilali’nden bahsediyor!” gerekçesiyle kapattı ama Tevfik Fikret’lerin önünü açtığı özgür düşünme yolunu kapatamadı!     

*

Hüseyin Rahmi, “Ben Deli miyim?” romanıyla, yargıç önüne çıkan ve yapıtını savunan ilk romancımızdı. Mahkeme salonunda, sanatçının, toplumsal sorumluluk sahibi olduğu vurgusunu yaparken, “İlim ve hakikat namına yürümek ve insanlardan hiçbir şey gizlememek” göreviyle yükümlü olduğunu hatırlatıyordu. Yüz yıl kadar önce bir yazar aslında romancılığını anlatıyor, ne acı ki kendini, savunma görevini yerine getirirken buluyordu. 

*

Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru, Yeni Mecmua dergisinde önce tefrika edildi. Sonrasında da yazar, annesinden aldığı yardımla Ahmet İhsan Basımevi’nde kitabını bastırdı. Roman, henüz dağıtıma girmemişken Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılıverdi. Sait Faik, o günlere dair şöyle diyordu:  

“Hayatı tozpembe görüyordum ki mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken üstüne bir de mahkeme masrafı ödedim. Üzüntüsü de caba. Romanda, kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!” 

Sait Faik yılmadı. Bu defa yeni bir öykü kaleme aldı: “Kestaneci Dostum” 

Kestane pişiren çocuğun mangalına tekme atılıyordu öykünün bir yerinde. Çok geçmeden Sait Faik, yine karakoldan çağırıldı:  

“Kim attı tekmeyi?”

“…”

“O zaman çocuğu bul! Okusun adam olsun. Kestanecilik etmesin!” 

“İyi de öykü kişisi o… Ben nerden bulayım?” 

*

Adı Demokrat olan partinin yöneticileri uluslararası sermaye odaklarının kucağına oturdukları dönemde, şiirimizdeki “1940 - teslim olmayanlar kuşağını” ağır ceza mahkemelerinde ağırladılar ama yine düşünceye kilit vuramadılar. Geriye Arif Damar’dan Şükran Kurdakul’a nice aydınlanmacı isim kaldı. 

*

Melih Cevdet, “Yanyana” kitabından ötürü hakkında yedi buçuk yıl hapis istemiyle dava açıldığında, Jean Paul Sartre’ın bir sözünü anımsamıştı: “Önemimizi Alman işgalinde anladık.” Kinayeli bir sözdü bu. 

*

Bu ülkenin değerli bir aydınına ölümü düşündürecek denli çileli bir hayatı dayatmamızın ardında ne var? Nedeni çok basit! Böyle bir trajedi bizden daha geri ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır. Genellikle de ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı siyasal bir gelenek halini almıştır: Nedeni açık: Yurdu her defasında kurtaran aydınlarımız olmuştur! Batıransa siyasetçilerimiz! Kamplaşmanın kökeninde bu gerçeklik yatar! 

*

Yine belleğimdeki sararmış fotoğrafa dönüyorum. Dedem, üzerinde kahverengi hırkası, pencerenin yanındaki berjer koltuktan dışarı bakıyor: 

“Dede, sözünü ettiğin şair bugünleri mi anlatıyor?” 

“Günümüzde hiç öyle şeyler yaşanır mı? Hâşâ” diyor gülümseyerek… 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları