Erinç Yeldan

Orta Gelir Tuzağı Meselesi

16 Nisan 2014 Çarşamba

“Orta gelir tuzağı” sorunu iktisat biliminin görece yeni kavramlarından. Ancak “uğraş” olarak iktisat biliminin tarihi kadar eski. Kavram, kabaca, büyümenin görece kolay olan ilk aşamaları aşıldıktan sonra üretkenlik kazanımlarına dayalı sürdürülebilir bir büyüme sürecine geçişin sıkıntı ve zorluklarını ifade etmek için kullanılmakta. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisine ilişkin gözlemler, ülkelerin kabaca 15 bin dolarlık kişi başına gelir düzeyine ulaştığı noktadan sonra büyüme temposunda ciddi sıkıntı yaşamış olduklarını belirtiyor.
Gözlemlere göre aralarında Güney Kore, Singapur, Japonya gibi ülkelerin bulunduğu sadece bir avuç ülke bu eşiğe takılmadan büyüme hızlarını koruyabilmişler. Türkiye ise “düşük orta gelirli ülke” düzeyine 1950’lerde ulaştıktan tam 50 sene sonra, 2006’da “yüksek orta gelirli ülke” düzeyine çıkabilmiş; yani henüz orta gelir tuzağını aşamamış durumda gözüküyor.
Türkiye’nin kişi başına ulusal geliri 1998 ile 2003 arasında (dövizin fiyatına bağlı olarak ve 1999, 2001 krizleri sonucunda) 4 bin dolar düzeyi civarında salınmaktaydı. Sonra küresel para piyasalarında “büyük uyum çağı” diye adlandırdığımız döviz bolluğu dönemi başladı. Batı ekonomilerinde faizlerin yüzde 2-3 düzeyine kadar indiği bir ortamda Türkiye benzeri yükselen piyasa ekonomileri yüzde 10’u aşan faiz getirileri sunarak sıcak para akımlarına dayalı bir ivmelenme kaydettiler. Türkiye’nin kişi başına milli geliri 2008’e değin dolar bazında yıllık ortalama yüzde 20.1 artış gösterdi ve 10 bin dolar düzeyine çıktı. Halbuki TL bazında sabit fiyatlarla hesaplandığında gerçek büyüme hızı yılda ortalama sadece yüzde 4.1 idi.
Sanal âlemin dövizin ucuzlamasına dayalı söz konusu hormonlu büyüme süreci 2008 Ekim’inde Lehman krizi ile son buldu. Türkiye’nin fert başına geliri son beş yıldır 10 bin dolar düzeyinde çakılı kaldı. Dikkat ederseniz, o günden bu yana ne zaman büyüme üzerine bir tahminde bulunulsa, ilk irdelenen soru “dövizin fiyatının ne olacağı” sorusudur. Eğer Amerikan Fed sistemi QE diye anılan para basma işlemini sürdürür de, dünya ekonomisini dolara boğmaya devam ederse Türkiye de bu olanaktan yararlanacak ve aslında “vasat” bir tempoda büyümesine rağmen, dolar bazında sanki hızlı büyüyen bir ekonomi algısı yaratacaktır.
Türkiye’de büyüme, teknolojik gelişme ve eğitilmiş işgücüne dayalı üretkenlik kazanımlarından değil, uluslararası piyasalarda doların fiyatının ne olacağına indirgenmiş bir söz oyununa dönüşmüştür.

***

Türkiye’nin orta gelir tuzağı içine sıkışıp kalmış bu “vasat” görünümünün ardında ise parçalanmış bir ulusal ekonomi deseni yatmaktadır. Bir yanda İstanbul, Kocaeli, Bursa, Eskişehir havzasına sıkışmış “yüksek” gelirli Türkiye; diğer yanda ortalama eğitim süresi 4 yıldan az olan (ilkokuldan terk), kıt sermayeli, geri teknolojili ve ulusal ve uluslararası tekellerin açık sömürüsüne terk edilmiş olan bağımlı “yoksul” Türkiye. “Zengin” Türkiye, sürekli olarak “yoksul” Türkiye’yi üretmekte; yoksul Türkiye ise ucuz işgücü, ucuz hammadde ve toprak rantları aracılığıyla zengin Türkiye’ye kaynak aktarmaya devam etmektedir. “Yüksek gelirli Türkiye” ile “yoksul Türkiye” birbirinden kopuk görünmesine karşın, aralarındaki işgücü ve sermaye göçü, finansal bağımlılık, ulaştırma ağlarındaki karmaşık yapılaşma ve benzeri mekanizmalarla sürekli olarak birbirini besleyen ve yoksul Türkiye’yi kalıcı olarak yoksulluk tuzağına hapseden bir ikili tuzak (duality trap) yapısı sunmaktadır. Nitekim, Latin Amerika ekonomileri ile birlikte Türkiye, hem kişiler arasında gelir dağılımı hem de bölgeler arasında gelişmişlik farklarının en yüksek olduğu ülkeler arasında yer almaktadır.
Türkiye’nin yapısal olarak “Latin Amerikan” tarzı bir ekonomi görünümü farklı boyutlarda da karşımıza çıkmaktadır. Bu doğrultuda ilginç bir çalışma McKinsey Enstitüsü tarafından Meksika ekonomisi üzerine yayımlandı.(*) McKinsey Raporu, Meksika’da aslında “iki adet” Meksika ekonomisi olduğunu vurguluyor ve “modern” Meksika’nın çağdaş üretim, pazarlama ve finansman olanaklarına sahip olarak yılda yüzde 5.8’lik bir üretkenlik büyümesi yaşadığını belirtiyordu. Buna karşın, “geleneksel” Meksika’da üretkenlik sadece yüzde 0.8’lik bir gelişme kaydederek durgunluğun ve adaletsiz büyümenin ana kaynağını oluşturmaktaydı. Raporun bulgularına göre, geleneksel ve geri kalmış (bizce geri bıraktırılmış) Meksika, yüksek gelirli modern Meksika’yı da aşağı çekerek tüm Meksika ekonomisinin gelir ortalamasını da durgunluğa hapsetmekteydi.
McKinsey Raporu’nda, “Meksika” sözcüğünün yerine “Türkiye” sözcüğünün kullanılması, ana bulguları değiştirmemektedir. Meksika ekonomisi Kuzey Amerika Ortak Ticaret Bölgesi’nin (NAFTA’nın) getirdiği ucuz dövize dayalı büyüme hamlesini yoksul/geleneksel Meksika’ya rağmen -ve ona karşısürdürmektedir. Orta gelir tuzağı sorunu bir ortalama büyüme hızı sorunu değil, küresel kapitalizmin anarşik yapısının ve dengesiz büyüme sürecinin ürettiği ikili ve hatta çoklu parçalanmış yapıların sonucu olarak karşımızda durmaktadır.

(*) Mexico: A Tale of A Two Speed Economy. http://www.mckinsey.com/ Insights/Americas/A_tale_of_two_Mexicos?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları