Erinç Yeldan

Üretkenlik Yorgunluğu İçinde Türkiye

05 Mart 2014 Çarşamba

Türkiye ekonomisi son elli yılda üç kez üretkenlik kazanımlarında hızlı bir ivmelenme yaşadı. Ancak bunların hiçbirinde kalıcı ve sürdürülebilir bir üretkenlik hamlesini gerçekleştiremedi. Söz konusu dönemlerden ilki 1960’lı yılların ortasından başlayarak 1970’ler ortasına kadar sürdü. “Planlı kalkınma dönemi” diye anılan bu süreçte, üretkenlik kazanımlarının kaynağı devlet girişimciliğine dayalı KİT sisteminin sağladığı ucuz sanayi girdilerinden ve ithalat koruma duvarlarının yarattığı rantlardan elde edilmekteydi. Bu rantların sürdürülmesinin olanaksızlığı Türkiye’yi 1979/80 krizine sürükleyecekti.
1980 sonrasında IMF ve Dünya Bankası kaynaklı yapısal uyum kredileri ve ihracat teşviklerine dayalı rantlar yeni bir üretkenlik dalgasının finansmanını oluşturdu. Bu dönemde Türkiye, tüm gelişmekte olan ülkelere sağlanan net dış kaynağın tek başına üçte ikisini kullanmaktaydı. 12 Eylül askeri darbesinin getirdiği baskı günlerinde hayali ihracatlar, papatyalar ve benzeri rant dağıtım mekanizmaları sayesinde sanayide hızlı bir birikim yaratılmış, ancak 1989 bahar eylemleriyle birlikte özünde gelir dağılımında çarpıklıklar ve hiper-sömürüye dayalı rantların sınırlarına ulaşılmış idi.
1990’lı yıllar “kayıp on yıl” olarak geçildi. 2001 krizi sonrasında ise Türkiye, IMF’den kullanmış olduğu net 30 milyar dolarlık stand by kredileri ve küresel ekonomide ABD kaynaklı ucuz dövize dayalı sıcak para akımlarının yarattığı finansal ivmelenme sayesinde yeni bir üretkenlik artışı dönemine girdi. Tüm küresel ekonomide ucuz borçlanma olanaklarının sonuna değin kullanıldığı bu sahte Lale Devri de, bildiğiniz gibi, 2008 kriziyle birlikte son buldu.
Türkiye, son elli yıllık dönem içerisinde üçüncü kez üretkenlik yorgunluğu yaşamaktadır. Her defasında rantlara ve borçlanmaya dayalı ucuz döviz kaynaklarına dayandırılan genişleme konjonktürü, söz konusu rant kaynaklarının kurumasıyla birlikte yeniden durgunluğa itilmiştir. Ulusal tasarruflara dayalı, sürdürülebilir ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kazanımlarına dayalı bir teknoloji hamlesiyle birleştirilemeyen bu tür sıçramalar, her defasında saman alevi gibi ivmelenip, sönmeye mahkûm olmuştur.

***

Türkiye şu günlerde “2023 hedeflerinin” büyüsüyle oyalanmaktadır. “Yapısal reformlar”, “strateji belgeleri”, “inovasyon - girişimcilik” kavramları giderek içerikleri boşaltılmış, anlamlarını kaybetmiş söz oyunlarına dönüştürülmüş durumdadır. İçeriği boşaltılan bir diğer sözcük ise son zamanlarda hemen her strateji toplantısında karşımıza çıkmakta olan “üniversite - sanayi işbirliği” kavramıdır. Üniversitelerimizde yaratılan bilimsel faaliyetin ve bilginin, sanayileşme çabalarına kaynak oluşturması elbette esastır. Ancak hemen her iktisadi/sosyal faaliyeti bir rant tasarımına dönüştürülmüş olan ülkemizde söz konusu kavram giderek üniversitelerin araştırma projelerini ticarileştirerek akçeli destek fonlarına bağımlı kılmaya dönüştürmüş, sanayi işletmelerini de üniversitelerin ürettiği bilgiyi anında piyasa değeri olan ve acilen kâra dönüştüren ürünler üretme beklentisine indirgemiştir. Böylece, üniversitelerde üretilen bilgi, kısa bir süre içerisinde ticari başarı vaat etmeyen bir ürüne dönüşmediği sürece desteklenmeye değer bir bilimsel faaliyet olmaktan çıkartılmaktadır. Bu anlayış ile Türk bilim yaşamı piyasanın kısa dönemli çıkarlarına ve sadece kâr mantığına hapsolmakta, temel bilimlerin ve soyut bilginin ilerlemesi engellenmektedir.

***

Bu gözlemler altında sürdürülebilir bir sanayileşme hamlesinin ana unsurları neler olmalıdır? Bir köşe yazısının sınırları içerisinde kalarak, kanımca başlangıç noktamız, kalkınmanın aynı şeylerin daha yoğun olarak üretildiği uzmanlaşma değil, henüz üretilmemiş yeni şeylerin üretilmeye başlanması anlamını taşıdığı ve uluslararası işbölümünde daha yüksek katma değerli mallar üretmeyi içerdiği gerçeği olmalıdır. Dolayısıyla amacımız, “göreceli üstünlüklere” dayalı zaten kendini ispatlamış sektörlerin değil, küresel ekonomiye dayalı “yaratılan” stratejik aktivitelerin desteklenmesi olmalıdır. Kalkınma, sınırlı sayıda aktivitenin uzmanlaşılarak daha derin üretiminden ibaret değildir; tersine, üretim sürecinin daha yataylaştırılarak, daha evvelce üretilmesi mümkün olmayan teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesini içermelidir. Bu anlamda kendini yineleyen sürdürülebilir bir kalkınma süreci, ancak yatay olarak sürekli genişleyebilen bir kalkınma stratejisinin varlığını gerekli kılar.
Kalkınmanın bu şekilde ele alınması kuşkusuz geleneksel ana akım iktisat kuramının göreceli üstünlüklerde uzmanlaşmaya dayalı kaynak tahsisi prensibine tam tamına zıttır. Burada önerdiğimiz strateji, “göreceli üstünlüklerin” veri olarak alınması değil, küresel ekonominin sinyalleri uyarınca “yaratılmasıdır”. Devlet, kalkınma sürecini ateşlemek üzere zaten kazanan konumdaki sektörleri desteklemeyi değil, yeni kazanan sektörler yaratmayı hedeflemelidir. Burada devlet, tarafsız ve görünmez hakem olarak değil, bilakis aktif girişimci olarak çalışmalı, küresel ekonomik ve demokratik performansına bağlı olarak da denetlenmesi kurgulanmalıdır.
Dolayısıyla, çözüm, bölgesel eşitsizlikler ile mücadeleyi ana eksenine koyan, devletin de aktif katılımı olan bölgesel kalkınma planlarına dayalı, eşitlikçi ve demokratik katılımlı bir bölgesel kalkınma projesinden geçmektedir. Yoksa, bir yanda teknik beceri ve modern eğitim olanaklarıyla donatılmış yüksek gelirli Türkiye ile diğer yanda ortalama eğitim süresinin 3.5 yıl olduğu (ilkokuldan terk) ve asgari üç çocuk sahibi olarak bir ucuz işgücü deposuna dönüştürülmüş inançlı nesiller barındıran yoksul Türkiye arasındaki genişleyen uçurum tüm Türkiye’yi aşağıya çekmeye devam edecektir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları