Işıl Özgentürk
Işıl Özgentürk isilozgenturk@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Geriye Sadece Hayalleri Kaldı

12 Ekim 2014 Pazar

(Savaşlarda ölen çocukların anısına saygıyla...)
Sığınakta tam dokuz çocuktular. En küçükleri beş yaşındaydı. Üstünde kırmızı bir giysi vardı. Ablası o sabah kara kıvırcık saçlarını iki örgü yapıp tepesinde toplamıştı. Onun hemen yanında Reşit suskun oturuyor, az önce okul laboratuvarında gerçekleşen fizik deneyini düşünüyordu. Öğretmen iki ucu birleştirince, aynen su yolu gibi mavi ve kırmızı iki ayrı ışık yolu oluşmuştu. Dedesinin yaptığı oyunları anımsamıştı Reşit. O da yanmayan ampulleri yakar, duvarlarda bin bir renkli fırıldaklar oluştururdu. Reşit, dedesinin bildiği her şeyi öğrenmeye kararlıydı. Vakti geldiğinde o da dedesinin yolunda yürüyecek, uzak dağ köylerinde, ıssız vahalarda canları sıkılanlara bin bir eğlence götürecekti.
Fatima deliler gibi korkuyordu. Ayaklarının titremesi geçse, ellerinin titremesi başlıyordu. Bildiği tüm duaları okuyordu, ama dualar bir türlü titremesini, korkusunu geçirmiyordu. Birden elini kalbine götürdü, derin bir soluk aldı ve ansızın annesi geldi aklına. Ne zaman gök gürültüsünden korksa koşarak gider annesine sarılır ve onun yumuşak göğsünde derin bir uykuya dalardı. Böyle zamanlarda annesi en güzel şarkıları söyler, en güzel masalları anlatırdı. O şarkıları, o masalları anımsamaya çalıştı, sanki yanı başında annesi vardı ve sadece Fatima’ya değil, bütün çocuklara en güzel şarkısını söylüyordu. Fatima korkusunun uçup gittiğini hissetti, gözlerini kapadı derin bir uykuya daldı.
Süleyman’ın gene tuvalete gitmesi gerekiyordu. Sığınağa girdiklerinden beri bu üçüncüydü. Durmadan çişi geliyordu Süleyman’ın ve herkesin önünden geçip tuvalete gidiyordu. Utanç içindeydi. Çocukların en büyüğü oydu, en cesur, en kahraman o olmalıydı, ama elinde değildi işte, tam en cesur pozunu aldığı anda gene çişi geliveriyordu. Geçen gidişinde kendi yaşlarında bir kız gülerek onu yanındaki arkadaşına göstermişti. Tam tuvaletin kapısını açarken ikisi de ona bakıp gülmüşlerdi. Ter içinde kalmıştı Süleyman, görmemişti, ama yüzünün pancar gibi kıpkırmızı kesildiğine emindi.
Saliha kulaklarını dikmiş, soluk soluğa dışarıda olup biteni duymaya çalışıyordu. Dışardan gelen şimdilik derin bir sessizlikti. “Düdük sesleri duyulmadan ne olursa olsun dışarı çıkılmayacak” denilmişti. Ama o burada öylece oturmak ve beklemek istemiyordu. Dayanamayacaktı. Hele saçlarının ağırlığı dayanılır gibi değildi. Saliha’nın çok gür, çok uzun saçları vardı. Bu saçlar o kadar gürdü ki, başında toplayamazdı, hemen başı ağrımaya başlardı. Saçlarını bu nedenle her zaman açık bırakırdı. Saçlarının yüzünü okşamasını severdi. Ama şimdi tam burada saçları çok ağır geliyordu ona, çok fazla, bir makas olsa hiç acımadan kökünden kesip atacaktı! Bu duygudan uzaklaşmak, saçlarını unutmak için hayal kurmayı denedi. Ailecek gittikleri deniz kıyısını düşünmeye çalıştı. Önceleri sudan ne kadar çok korkmuştu, ama sonra suyun sakin okşayışlarını hissetmiş ve usulca kendini bırakmıştı. Şimdi en çok orada olmak istiyordu, su da!
Zeliha sessizce ağlıyordu. Kimseler görmesin diye başını iyice öne eğmişti. Sürekli “Meğer bir insanda ne kadar çok gözyaşı varmış” diye düşünüyordu. En az yarım saattir, buraya girdiklerinden beri kesintisiz ağlıyordu. Gözleri yanıyordu, ama gözyaşları bitmiyordu. Bir ara başını kaldırmış, en küçükleri Leyla’yla göz göze gelmişti. Küçük kız korkuyla bakmıştı ona. Kırmızı giysisi içinde, başında toplanmış saçlarıyla bir taş bebek kadar güzeldi. Hemen başını yeniden öne eğmiş ve içinden dua etmişti: “Tanrım hiç olmazsa o yaşasın, ona bir şey olmasın, daha çok küçük.”
Mahmut, Zeliha’nın yanında gözlerini kocaman açmış, neden burada olduklarını anlamaya çalışıyordu. Biliyordu, onun aklı biraz kıttı. En kolay soruları bile üç kez sormadan anlayamazdı. Bu nedende onun canı hiç okula gitmek istemezdi ama annesi inatçıydı. “Senin kimseden farkın yok, azıcık geç anlıyorsun” diyerek her gün onu okula getirip götürürdü. Okuldan hiç ayrılmazdı, teneffüs aralarında illa ki sorardı: “Mahmut oğlum çişin geldi mi? Karnın açıktı mı?” Mahmut da kafasını sertçe sallayarak “hayır” derdi. Annesinin haberi yoktu, Mahmut çişe gitmeyi öğrenmişti, okul kantininden ekmek peynir almayı öğrenmişti ve annesinden sakladığı bir sırrı olduğu için çok seviniyordu. Ama Zeliha ne kadar da çok ağlıyordu, ceplerini karıştırdı, yaşasın annesinin cebine doldurduğu şekerlerden bir tane kalmıştı. Hemen cebinden çıkarıp Zeliha’ya uzattı. Şeker çok tatlıydı, şekeri emen Zeliha mutlaka ağlamayı kesecekti, böylece ağlamaktan uçup gitmeyecekti, sadece gözyaşı olmayacaktı. Ve öğretmen Zeliha’yı sorduğunda “buradayım!” diye bağıracaktı.
Sığınakta her yaştan dokuz çocuktular, bir saat geçmişti ki biri “Hadi hep birlikte hayal kuralım” dedi, “o zaman vakit daha çabuk geçer, hem Tanrı bize izin verir, hayallerimiz bitmeden bizi öldürmezler”.
Bu öneriyi hep birlikte sevinç çığlıkları atarak kabul ettiler. Reşit hemen öne atıldı: “Hepimiz birer anka kuşu olalım ve uçmaya başlayalım, isteyen istediği yere uçsun!” Öneri hemen kabul gördü ve usulca tek tek yerlerinden kalkıp, kollarını açtılar. Önce Mahmut uçtu, uçtu ve kendisini okul kapısında bekleyen annesinin yanına kondu. Ardından Zeliha uçtu, uçtu, evlerin damında besledikleri güvercinlerin arasına kondu. Tam Reşit uçuyordu ki büyük bir patlama oldu ve sığınağa bir bomba isabet etti. Dokuzu da o anda öldü. Geriye fısıltı halinde hayalleri kaldı.
Günlerden bir dünya günüydü.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları