Urfa; Aşk ve Güvercinlerin Kenti

02 Kasım 2014 Pazar

Sevgili okurlarım, geçen hafta Urfa’nın Suruç ilçesinde, sınır köylerindeydim. Savaş, ölüm ve hayat hakkında önemli bilgiler edindim. Ama bütün bunların yanında Urfa benim için bir aşk kenti, savaş haberleri arasında sizlere küçük bir aşk hikâyesi anlatmak istedim. Yahu hayat devam ediyor.
Bir avludayım. Dev bir yasemin ağacının altına oturmuş, kendime hikâyeler anlatıyorum. Avlunun küçük havuzundaki fıskiye hiç durmadan, küçük bir pinpon topunu döndürüyor. Onun ötesinde sonsuz bir sessizlik. Ve ben usulca söze başlıyorum:
“O mavi at orada, incilerin mercanların istila ettiği vitrinde öylece duruyor. Kapalıçarşı’yı mekân tuttuğumdan beri onun sık sık ziyaretine gidiyorum, henüz kimseler onu görmedi ve sanırım Bedesten içindeki o dükkânın vitrininde daha uzun süre bekleyecek. Ve bana yeni düşler için ilham verecek.
Küçük bir çocuk elinden çıkmış gibi, öylesine naif, öylesine sevimli... Firuze hiçbir şeye onun kadar yakışamaz sanırım. Masmavi bir at bu.
Ona baktığımda sanki beni çağırıyor ve birlikte çocukluğumun özgür ve tasasız günlerine doğru yola çıkıyoruz. Ben on üç yaşındaydım ve Urfa’daydık. Bu peygamberler kentinde, balıklı havuzun başına gider, diğer memur çocuklarıyla birlikte balıkları çatlayacak kadar beslerdik. Ben onlar arasında misafirdim ve okul başladığında Antep’e dönecektim.
Sıcak, uzun bir yazdı ve ben Urfa’nın avlusunda yasemin kokan, havuzlu evlerinden birinde, küçük bir konuk odasında kalıyordum. Odanın küçük bir penceresi vardı, pencereden uçsuz bucaksız bir toprak parçası görünüyordu.
Pencereden bakardım ve toprağın rengi hiç durmadan değişirdi. En çok güneşin usul usul battığı o akşamüstlerini severdim. Pencerenin yanındaki sandalyeye oturur, alev alev yanan toprağın soğumasını ve ayın çıkmasını beklerdim.
İşte tam o zaman bir atlı hiç sektirmeden her gün gelir ve tam güneşin önünde dururdu. Kimdi, neden tam güneş batarken gelip, neden hiç kımıldamadan güneşin batışını seyrederdi? Bu benim için bir sırdı. Sırrımı konuk olduğum evdeki hiç kimseyle paylaşmak istemiyordum. O benim sırrımdı. Her akşamüstü koşarak odaya gidip pencerenin önündeki sandalyeye oturuyor ve onu bekliyordum ve o tam vaktinde gelip güneşin önünde duruyordu.
Günler neşe içinde, tasasız geçiyordu. Ama bir gün her şey birdenbire değişti. Yaşadığım evin bulunduğu mahallede önce bir feryat duyuldu, ardından bir kadın sesi, o güne kadar duyduğum tüm seslerden farklı bir sesle, uzun ve anlaşılmaz bir ağıt söylemeye başladı. Biz çocuklar evin avlusunda birbirimizi suluyorduk, birden ölesiye korkup soluğu evin büyüğü Makber Hanım’ın odasında aldık. Makber Hanım sedirde oturuyordu. Beyaz yemenisinin çevrelediği güzel yüzü solgundu, bizleri görünce yanına çağırdı, hepimize teker teker sarıldı, korkumuzu gidermeye çalıştı.
Ama ses durmuyordu, o zaman ben bütün cesaretimi toplayıp ne olduğunu sordum.
Makber Hanım anlatmaya başladı:
Bir adam vardı. Bölgenin ve belki de dünyanın en güzel Arap atlarını yetiştirmekle ün salmıştı. İşte bu adamın gönlü bizim bulunduğumuz evden üç ev ötedeki evde yaşayan dünyalar güzeli Esme kıza düşmüştü. Ama Esme kız sözlüydü ve babası onu asla bir at yetiştiricisine vermek istemiyordu. Arap atlarıyla ünlü adam (sırrımın kahramanı) bu nedenle her gün tam günbatımında hep aynı yere gelip batan güneşe karşı Esme kızı sevdiğini söylüyordu.
İşte böyle zamanlardan birinde kızın babası sinsi bir tuzak kurup Arap atları yetiştiren adamı tam güneşin battığı yerde beklemiş, adam geldiğinde de sadece bir el ateş edip adamı öldürmüştü. Adamın Arap atı, adamı sürükleyerek getirip Esme kızın evinin kapısına koymuş ve orada beklemeye başlamıştı. Sonra kız önce atı, sonra ölen adamı görmüş ve işte ağıda başlamıştı. Bitmek bilmeyen bir ağıda.’
Bunları duyunca hemen odama koşup pencereden bakmıştım. Bu kez güneş batarken Arap atının sırtındaki adam gelmemişti. Bir daha da hiç gelmedi.
İşte böyle, mavi at belleğime dokunup geçmişin bütün anılarını, seslerini aklıma getiriyor. Onu kim yaptı acaba? Düşünüyorum, hangi rüyanın atı bu? Kim bilir hangi yollardan, karadan ve denizlerden geçip nice maceralardan sonra bu vitrine ulaştı.
Ona bakıp gülümsüyorum.
Belki bir akşamüstü o da kendi mavi rüyasını yaşar.
Kim bilir?”
Atları sevmeyi Urfa’da öğrendim, güvercinleri de...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları