Leyla Tavşanoğlu

Halkın güveni dibe vurdu

26 Ocak 2014 Pazar

Ekonomist Prof. Kurtoğlu’ndan hükümetin kur-faiz politikası fiyaskosuna ağır eleştiriler:

Veriler, piyasada son günlerdeki döviz talebinin yurtiçinden geldiğini, paranın Türkiye’de kaldığını gösteriyor. Bu adeta bir seçimdir ve hükümete güvenin sarsıldığını gösterir.
Merkez Bankası şaşırtma politikası izliyor. Oysa piyasalar şaşırtılmaktan hiç hoşlanmaz. Göstergeler net bir resim çizmezse bunun ilk sonucu ülke riskinin yükselmesidir.

LEYLA TAVŞANOĞLU

Ekonomist Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu son on yılda Türkiye’de doğru yönetim ilkelerinin ortadan kalktığına dikkat çekiyor. 21. yüzyıla girerken yerli yerine oturtulan doğru yönetim ilkeleri sayesinde ülkenin “sırtının yere gelmeyeceğine” inandığını, ama bugün tam tersi bir tablonun ortaya çıktığını vurguluyor. İnsanların geleceğe güvensizlik içinde iç piyasadan döviz topladıklarına işaret eden Kurtoğlu, “Bu adeta bir seçimdir ve kısaca insanların hükümete duydukları güvenin sarsıldığını gösterir. Bu güven şaşırtmacalarla geri getirilemez. Bunun hasarı savcı, yargıç, emniyet görevlisi atamalarından çok daha önemli sonuçlar verir” diyor.
- 21. yüzyıla girerken ülke için büyük umutlar beslediğinizi ama daha sonra büyük hayal kırıklıkları yaşadığınızı söylediniz. Nedenini anlatır mısınız?
Ç.K.- Türkiye bu yüzyıla girerken hayli ağır bir ekonomik krizi yönetti. O dönemde çizilen yol haritası ekonomiyi yakın zamanlara kadar getirdi. Benim o tarihte iyimser olmamın nedeni o günlerde alınan önlemlerin ülkede saydamlık, hesap verebilirlik, sorumluluk ve herkese eşit muamele etmek kıstaslarıyla ifade edilebilen “doğru yönetim-governance” ilkelerinin yerleştirilmesiydi. Krizin sağladığı önemli bir kazanımdı bu.
Bugün “egemenlik” kavramı etrafında yapılan tartışmaların temelinde bu ilkeler vardır.
Ben o zaman bu yapı kurulduktan sonra bu ülkenin sırtı yere gelmez diye düşündüm. Ne yazık ki yanılmışım.
- Peki, bugün sizce ülkenin sırtı yere geldi mi?
Ç.K.- Bu ülkede neredeyse 100 yıllık bir Cumhuriyet ve onun kurumları var. Bugün görülen, 2001 krizinin ardından kurulan ve Cumhuriyet’in kurumlarını güçlendiren yapının hazmedilmediği. Bugün yukarıda saydığımız dört ilkenin ne hukuk, ne yönetim bağlamında geçerli olduğunu söylememiz mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz sıkıntılı tablonun arkasında bu sorunları aramak yerinde olur.
Buna governance kelimesinin karşılığı olarak iktidar olmanın hukuku diyecek olursak ve bu hukukun temelleri sarsılmışsa benim bu toplumun bir ferdi olmamın ne anlamı kalır? Hukuk alanında içinden geçmekte olduğumuz sarsıntı Türkiye riskini büyütmüştür. Önümüzdeki bir buçuk yılda üç seçim sürecinden geçecek olmamız zaten belirsizlik yaratmaktayken, bir süredir yaşanmakta olan olaylar yatırımcıların kararlarını ertelemesine yol açmıştır. Türkiye bu durumdayken önemli pazarımız olan Avrupa’nın toparlanması ve yeniden orta vadeli planlarını yapmaya başlaması bir başka talihsiz durum yaratmaktadır.
Bu dünyanın sonu mudur? Elbette hayır. Toplumların kendi dinamiği böyle sapmalara karşın küresel kıstaslara uygun şekilde işlemeye devam ediyor. Gezi olayı böyle değerlendirilmelidir. Türkiye Gezi vesilesiyle ülkenin geleceği olan, bugün toplam seçmenlerin yüzde 5-6 kadar bir bölümünü temsil eden insanların siyasete, toplumsal olaylara ne kadar çağdaş, uygar, pozitif bir şekilde baktıklarını görmüştür. Bunun yansımaları önümüzdeki seçimlerde de görülecektir.
Bu süreç çeşitli şekillerde engellenirse, buna küresel ilkeler ve küresel ekonominin bu ilkelerin çizdiği doğrultuda işleyen mekanizmaları tepki verir. Burada sözünü ettiğim “çıkar grupları - lobiler” değil, küresel ilişkilerin temelinde yer alan sistemdir. Ülkemizde hoşumuza gitmeyen gelişmeler hep “dış mahfillere” mal edilegelmiştir. Hiçbir ülkenin dostu veya düşmanı yoktur, herkes, her ülke kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Gelişmiş toplumlarda bu, sosyal paydaşlık (stake holder) çerçevesinde sivil toplum kuruluşları olarak örgütlenir. Türkiye gibi bir ülkenin artık bu ilişkiler sisteminin dışına çıkması, bu ilkelerin dışında hareket etmekte ısrar etmesi mümkün değildir.
İktidarın demokrasi algısında bir sorun olduğu görünmektedir ve hukuk alanındaki hasarı da bu harekete geçirmektedir. Ya da iktidar kendisini güçlü göstermek için konuyu böyle seslendirmektedir. Siyaset bilimcilerin ısrarla eleştirdikleri çoğunlukçu demokrasi algısının sorunları bir yana, masum anlamıyla bile demokrasinin imkânsız olduğunu Prof. Kenneth Arrow ispatlamış ve 1951 yılında yayımlanan bu katkısıyla 1972 yılında Nobel ödülünü kazanmıştır. Bu ispata göre seçim bireylerin tercihlerini ifade etmeleri için bir fırsattır, ama sizin ve benim tercihlerimiz toplanamaz. Bu durumda yüzde 50’yi ben aldım, uygun gördüğüm gibi yönetirim demek temelde yanlıştır. Çünkü dayanağınız iddia doğru değildir. Ama iyi niyetli bir diktatör bulunamayacağına göre, kötüler arasında iyi olan demokrasi yöntemiyle yetinmek zorundayız.
- Peki, ya ekonomi?
Ç.K.- Şu anda inanılmaz bir toz bulutu içindeyiz. Yeni bir yıla girerken herkesin aklı karıştı. İki yıl kadar önce Avrupa önemli bir krize giriyor, hazırlıklı olmalıyız öngörüsüyle devalüasyon lobisi çalışmaya başlamıştı. Ayrıca faiz oranının enflasyonun üstünde olmayacağı şeklinde bir siyasi talimat oluştu. Böylece yeni yüzyıla girerken elde edilen en önemli bir başarı olan T.C. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı tartışılır hale geldi.
- İyi de, cari işlemler açığı bu kadar artarken neler olacak?
Ç.K.- Cari işlemler açığı herkesi tedirgin eden bir zafiyet, risk göstergesi. Türkiye milli gelirine oranla en yüksek cari işlemler açığına sahip olan ülke. Bunun temelinde yatan, tasarruf oranının düşük olmasıdır. Türkiye’nin yüzde 6, yüzde 7 gibi oranlarda büyümesi için yapılması gereken yatırım miktarı milli gelirin yüzde 20’si mertebesinde tasarruf gerektirmektedir. Tasarruf oranımız yüzde 12 seviyesinde olunca aradaki fark yurtdışından desteklenmektedir. Cari işlemler açığının bu özelliği unutulmamalıdır. Bu sorunu ortadan kaldıracak olan ithalatı pahalılaştırmak değil, tasarruf düzeyini yükseltmektir. Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde, Çin’de tasarruf oranı bunun çok üstündedir.
Bugün döviz kuru herkesi kaygılandırıyor. Kimileri döviz kurunu enflasyonla ilişkilendirmek eğilimindedir. Konu bu kadar basit değildir. Denge döviz kuru çok çeşitli etkenlere bağlıdır. Herhangi bir para biriminin denge kurundan söz edebilmek için bu paraya talep olması gerekir, oysa bugün hiç kimse Türkiye’den yapacağı ithalatın bedelini TL ile ödemeyeceği için böyle bir talep yoktur. Döviz kuru önemli bir sanayileşme politikası aletidir. Ama aynı zamanda yerli yabancı tüm bireylerin, şirketlerin ülke ekonomisine, ülkedeki hukuk kalitesine duydukları güvenin, kısaca ülke riskinin göstergesidir. O zaman TL’nin yabancı paralar cinsinden değerini belirlerken kuru yönetirken ekonomik istikrardan büyümeye, bölüşüme kadar birçok etkene dikkat etmek gerekir.
Avrupa geçen üç yıl içinde Avro’nun geleceğinin de tartışıldığı hayli sıkıntılı bir dönemden geçmiştir. Ama AB’de hâkim olan siyasal irade ve onun benimsediği “iktidar hukuku-governance” sayesinde model işlemeye devam etmektedir. Nitekim Türkiye’de tozlar bu kadar havaya kalkmışken ağır bir krize gireceği söylenen Avrupa’da, ABD’de ekonomi büyümeye başlamıştır. Avrupa ülkelerinin sorunları var, ama bunlar rekabet gücü zaafı ile ilgilidir. Avrupa Doğu ve Güneydoğu Asya ile rekabete elverişli bir ortam yaratamadığı için Avrupalı yatırımcı bu ülkelere yatırım yapmaktadır.  

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı yok oldu
İki yıl önce Avrupa önemli krize giriyor, hazırlıklı olmalıyız öngörüsüyle devalüasyon lobisi çalışmaya başlamıştı. Ayrıca faiz oranının enflasyonun üstünde olamayacağı şeklinde siyasi bir talimat oluştu.

Devalüasyonla ihracat hacmi yükselmez
- Türkiye’nin ihracat yapma şansı nedir?
Ç.K.- Bakın, 80 milyona yakın nüfusu olan Türkiye’nin ikili bir yapısı var. Türkiye’nin ticaretinin aşağı yukarı yüzde 45’i AB ülkeleri ve ABD ile. Bu ihracat kaliteli, sofistike teknoloji içeren ürünleri içeriyor. Kalan yüzde 55’in bir bölümü ise genellikle vasat ürün talep eden Ortadoğu, Asya, Afrika pazarına yöneliyor. Belki bu pazarlardan daha çok para kazanılıyor. Ama onların Türkiye’ye getirdiği teknolojik katkı, AB ve ABD pazarının çok altında kalıyor. Yaptığın ticaret, seçtiğin ortaklar senin ekonominin kalitesini belirler. Geleceğini de bu etkiler zaten. Bunu sadece ben söylemiyorum, araştırmalar bunu ortaya koyuyor.
Üretimin ve dış ticaretin içeriğine ilişkin daha da vahim bir durum var. Türkiye’nin 2005 yılı itibarıyla 75.7 milyar dolar katma değer ihraç, 106.6 milyar dolar katma değer ithal etmiştir. Böylece dış ticaretimizde 30.9 milyar dolar tutarında katma değer açığı verdiği hesaplanmıştır ve Türkiye en büyük katma değer açığı veren ülkedir. Hindistan 18, Meksika 4 milyar dolar katma değer açığı verirken, Kore’nin 28.5 milyar dolar fazlası vardır. Kur politikasını da, teşvik politikalarını da bu hususları göz önüne alarak belirlemek gerekir.

Döviz kurunu uçurtma sanan kafalar
- Peki, Merkez Bankası’nın izlediği kurfaiz politikasını nasıl görüyorsunuz?
Ç.K.- Merkez Bankası şaşırtma politikası izliyor. Oysa piyasalar şaşırtılmaktan hiç hoşlanmaz. Onlar birkaç göstergeye bakarlar. Bu göstergeler net bir resim çizmiyorsa bundan çıkacak olan ilk sonuç ülke riskinin yükselmesidir. Merkez bankaları önemli kurumlardır, piyasa oyuncuları merkez bankası başkanlarının ağzından çıkacak kelimeleri, virgülleri önemle izlerler.
Geçenlerde, kurun ucunu serbest bırakmak gerekir, şeklinde bir beyan okudum. Döviz kuru uçurtma değildir ki ucu serbest bırakılınca dengeye gelsin. Kaldı ki uçurtmanın ipi de uçuranın elindedir! Keza döviz kurunun da milli iradeye tabi olduğu şeklinde bir ifadeye rastladım. Bu konuların nasıl algılandığı konusunda beni ciddi olarak kaygılanmaya sevk etti.
Ayrıca Türkiye’de ihracatın neredeyse beşte ikisinin yöneldiği AB pazarlarına yapılan ihracatın miktarı, örneğin otomotiv endüstrisinde tedarik zincirinde yer alan Türk imalatçılarla, bunların müşterisi olan ana markalar arasında belirlenmektedir. Hazır giyim, tekstil endüstrisinde durum farklı değildir. İthalatçılar TL’nin değer yitirmesi üzerine ihracatçılara dönerek fiyatların yeni kura göre yeniden belirlenmesini talep etmektedir.
Şu tespit önemlidir: Analizler piyasada son günlerdeki döviz talebinin yurtiçinden geldiğini, paranın Türkiye’de kaldığını göstermektedir. Bu adeta bir seçimdir ve kısaca insanların hükümete duydukları güvenin sarsıldığını gösterir. Bu güven şaşırtmacalarla geri getirilemez. Bunun yaratacağı hasar savcı, yargıç, emniyet görevlisi atamalarından çok daha önemli sonuçlar verir.  

PORTRE
PROF. DR. ÇELİK KURTOĞLU
 Ankara, 1942 doğumlu. Yükseköğrenimini AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yaptıktan sonra Cambridge Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini aldı. Yale Üniversitesi’nde doktora sonrası çalışmasını yaptı. Uzun yıllar İÜ İktisat Fakültesi’nde, emekli olduktan sonra Galatasaray Üniversitesi’nde dersler verdi. 1987’de Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) kurucuları arasında yer aldı. 1995’e kadar kurumun direktörlüğü görevini üstlendi. 1992’den itibaren Karadeniz Ekonomik İşbirliği İş Konseyleri Genel Sekreteri, daha sonra 2008’e kadar DEİK yönetim kurulu ve icra kurulu üyesi olarak görev yaptı. 1999’da kurduğu Kurdoğlu Danışmanlık Şirketi’nde strateji, iş geliştirme ve finansman konularında danışmanlık çalışmaları yapıyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tedavi olsunlar 1 Mart 2015

Günün Köşe Yazıları