Biz bize hallettik, yabancıya gerek yok!

18 Nisan 2021 Pazar

Yirmi bin nüfuslu kentte, 18 Kasım 1912 günü, fısıltılar başladı: Türk ordusu yenilmişti. Azalan top sesleri, nizami adımların sertliğinden uzak, ayaklarını sürüyerek toplanan birlikler, paramparça olmuş, apoletleri sökülmüş, kan izleri taşıyan üniformaların içinde beti benzi atmış askerler, her şeyin bittiğini gösteriyordu. 

Mösyö Hasid, haberi doğruladı: “Ne mermileri kalmış ne de erzakları. Mustafa Paşa, teslimi imzalamış. Kurmay Başkanı Nuri Bey, az önce vedaya geldi bana. Ağlıyordu...”

Sordum: “Peki, nereye gidiyorlar?”

Hasid: “Çareleri yok. Başkente sırtlarını dönüp işgal altında olmayan tek yön Arnavutluk’a.”

Ricat gecesi, bu yenik ancak cesur ordu, terk ettiği topraklarda son kez Allah’ın adını anarak namaza durdu. Sonra yürümeye başladı. 

Gürültüsüzce, korkunç bir suskunluk içinde, taşıdıkları yükün altında bükülmüş sırtlarıyla yürüyorlardı. Daha düne kadar bu ülkenin kaderini elinde tutanlar, Türk askerleri, eğik başlarını kaldırmadan, isyana kapılmadan, kendilerini yenen düşmana en küçük bir beddua etmeksizin gidiyorlardı. Uykusuz gecelerin, yorgunluğun, yoksunluğun izlerini taşıyordu, bembeyaz yüzler. 

Kasım ayının dondurucu soğuğunda, haftalardan beri bir kaşık bulgur ve bir kaşık yoğurttan başka bir şey girmeyen boş mideleriyle, hüzünlü şövalyelerdi. 

Yorgun askerin hayaleti 

Arkalarında kadınlar ve çocuklar bırakıp giden bu askerler, bir an için bile disiplini bozup muzaffer Hıristiyan ordularına küfretmeyi niçin geçirmediler akıllarından? 

Açtılar, kırgındılar ve geri çekilirken, hiç olmazsa düşmanla işbirliği yapanları cezalandırabilirlerdi. Oysa yapmadılar. Hiçbir şiddete başvurmadılar. 

Bayraklarıyla geçen Mustafa Paşa, adamlarını tanıyordu. Onlarla birlikte yaşamış, dövüşmüş ve acı çekmişti. O bir askerdi ve savaşın onur ve cesaret kurallarına mağluplar da uymalıydı. 

Ricatı izleyen halk, yüzyıllardır efendisi olan mağluplara saygılı ve suskundu. Belki de güzel günlerin bittiğini düşünüyordu. Muzaffer Sırpları tanımıyordu. Oysa Hıristiyan olarak, bugüne kadar efendileri Türkleri sömürerek işbirliği yaptıklarının bilincindeydiler. Acaba yeni efendiler, Sırplar da kendilerini sömürtecek miydi?

Önlerinden geçen askerlere, son bir veda olarak “Yolunuz açık olsun!” diyor ve elinde avucunda kalan son yiyecekleri ve para veriyordu, halk. 

O kargaşa içinde galiba verilenlerden nasibini alamayan bir garip asker, bana elini uzattı. Birkaç kuruş ve yandaki manavdan aldığım erzakı verdim, ona. Elini böğrüne koyarak teşekkür etti ve bir tespih uzattı: “Tanelerini her gün ordumuzun zaferini ve sılaya dönüşü düşünerek ovaladım. Al! Belki sana uğur getirir...”

O gün bugündür, bu tespih hep başucumda durur. Parlak nar rengi tanelerine bakarken yorgun askerin hayaletini, tozlu Arnavutluk yollarına gömülen o koca ordunun kaderini düşünürüm...*

Düyunu Umumiye Reisi, Fransız casusu

Okuduğunuz satırlar, 1870’lerden öteye Osmanlı mülkünü bir uçtan ötekine dolaşarak Fransız Dışişleri Bakanlığı’na istihbarat sağlayan Fransız casusu Ernest Grenier’nin anılarından bir alıntıdır. 1881’de Osmanlı borçlarını düzenlemek için kurulan Düyunu Umumiye İdaresi’nin reisliğini de yapan Ernest Grenier’nin anılarına Paris muhabiri olduğum yıllarda aziz dostum, iktisatçı ve antikacı Ahmet Benli sayesinde ulaştım.

Osmanlı’nın 167 bin 312 km2’lik Avrupa topraklarının kaybıyla sonuçlanan Balkan Savaşları’nın Manastır Muharebesi’ne tanıklık eden casus Ernest Grenier’nin meşum 1912 ricatına ilişkin anısında söz ettiği Mösyö Hasid, Manastır’daki Fransız konsolosu. Mustafa Paşa’nın kim olduğunu bulamadım. Günce yazarı belki de Manastır’da yenilen ordu komutanı Zeki Paşa’yı, daha yaygın bir isim olan Mustafa ile karıştırmıştır... 

Ama bu kısacık metnin asıl önemi, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için çalışan, savaşan dış güçlerin casusu, yani düpedüz düşman Ernest Grenier’nin yenik Türk ordusu ve askerlerine duyduğu derin saygı, hatta hayranlıktır. 

Osmanlı sarayda, Türkler savaşta

Değerli okurlarım da farkına varmışlardır ki tek bir satırda bile Osmanlı ordusu, Osmanlı askeri yoktur. Türkler vardır, Türk ordusu ve Türk askeri vardır.

Osmanlı, parlak yükseliş sürecini çok daha uzun bir can çekişme tarihinin izlediği ve her yoz, yolsuz, gerici, müstebit, emperyalist devlet gibi çöküşü kaçınılmaz olan bir devleti, çökertenlerin adıdır. 

Osmanlı, sömürgeleri uğruna cepheden cepheye sürüp ölüme gönderdiği yüz binlerce Türk askerine ve dahi sivil halkına bir soyadı bile vermemiş, çünkü değer vermeyen sömürünün adıdır. 

Ekonomisi sömürgeleri üzerine kurulu, üretimi sıfır Osmanlı’yı kısacık fetih dönemine bakıp başarılı sanan cahiller; özendikleri liyakatsiz, çapsız, yoz ve yolsuz sultanların izinde küllerinden doğan Türkiye’yi çökertiyorlar.

Dış düşmana ne hacet?

Dünya tarihinin en acı çekmiş uluslarından biri olup, o acıları inceleyip ders çıkarmaktansa unutmayı yeğleyen Türkler, adeta 20. yüzyıl başına geri döndü. 

Tüm paradigmalar aynı, ne iç düşman değişti ne dış düşman. Tek farkla: Bu kez iç düşmanlar ülkeyi batırmakta daha becerikli, daha acul. 

Yargısını, ekonomisini, ordusunu dış düşmana hacet kalmadan çökerttiler. Yurtsever subayları içeri tıkıp komutanların apoletlerini bizzat söküyorlar.

Topraklarını, sularını ve zaten tüm varlıklarını satıyorlar. Boğazlarını bile satıyorlar...

Kanlı savaşlar sonunda yenilip düşman işgaline uğrasaydık, işgalciler bundan daha beterini yapabilir miydi, emin değilim!

*Ernest Grenier, Makedonya Yollarında/ La Nouvelle Revue, 1936



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kızgın Boğa 21 Nisan 2024
Kıyamete hazırlık 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları