Hepimiz ırkçı mı olduk?

08 Mayıs 2022 Pazar

Hemen söyleyeyim: Hayır. Ama ortada şimdiye dek çoktaaan müdahale edilmesi gereken şirazesi kaymış, ayarı kaçmış anormal bir durum var. 

Kadınlar bayram günü sokakta bir başlarına yürüyemez hale geldi. Güruhlar halinde gezen, aralarında tek kadın olmayan, çevreye en ufak bir saygı ve duyarlılık göstermeyen genç erkek kalabalıklar toplu ulaşım araçlarını teslim aldılar: Adalar’a, Moda’lara, Taksim’e, İstiklal’e, Karaköy’e, Galata’ya aktılar...

Benzeri bir manzaraya Avrupa’da tek bir kez, Köln’de 2015’i, 2016’ya bağlayan yılbaşı gecesi tanık olmuştuk. Öbek öbek... Çeteler halinde yürüyen sığınmacılar kent merkezinde kadınları markaja alıyor, her türlü tacizi yapmak cüretini kendilerinde buluyordu. 

Merkel’in kısa bir dönem için Suriyeli sığınmacılara kucak açtığı dönemdi. Büyük kıyamet koptu. 

Olay doğrudan “yaşam tarzına müdahale” olarak algılandı. Kadınlar “Ne yani? Bundan böyle ben artık bedenime sahip değil miyim?” öfkesi yaşadı.

Ötesinde kadınlı erkekli herkes “Kamu alanına sahip değil miyiz? Şehrin sokakları bizim değil mi?” telaşına girdi. 

“Devlet nerede? Bizi koruyamayacak mı?” sorusunu sordular. 

AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ

Bir önceki seçimde baraja gömülen “Almanya için Alternatif/AfD” partisinin oyları -Avrupa’ya dehşet salan o korkunç yılbaşı ertesinde- baş döndürücü hızla yükseldi. 

AfD, bir yıl sonra... 2017’deki seçimde yüzde 12.6 oy alarak 94 sandalyeyle ilk kez meclise girdi. 

Bu dönemeç sonrasında Merkel’in sığınmacılara yeşil ışık yakan politikası bıçakla kesilir gibi kesildi. Türkiye ile göç anlaşmaları sağlama alındı!

 Avrupa’nın mülteci sorununu elbette ki bu tek olayla özetlemek mümkün değil. Konu çetrefil, uzun ve çok tafsilatlı.  

 Köln’deki yılbaşı dehşetini buraya belirleyici bir dönüm noktası olarak aldım. 

 Bizde Köln yılbaşısının örnekleri artık her bayram, tatil vesilesiyle yaşanır oldu. 

“Kamu alanına sahip değil miyiz? Kendi ülkemizde yabancı mı olduk? Şehrin sokakları bizim değil mi?” duygusu katman katman kitlelere yayıldı. 

Bu, kimi yazarın bugün şablonlaştırdığı gibi “Aman Arap görmeyelim!” tepkisi değil. 

Bu görüntülerden, bu taşkınlıklardan çoluk çocuk ailesiyle Türkiye’ye gelen Arap turist de eminim hoşnut değildir. Onların ülkelerinde de çünkü yok böyle manzaralar. 

Her ülkeden yabancı işçi alan Birleşik Arap Emirlikleri’ne gidin bakalım, hiç benzer bir manzara görebilir misiniz?

Arap turistlerin ülkemize akmalarının temel nedenlerinden biri Türkiye’nin Ortadoğu ile Avrupa kavşağında özgün bir ülke olması. Lümpenleşen bir turist destinasyonu, Araplar dahil, gelen turistin kalitesini de kaçınılmaz olarak düşürecek, Türkiye’nin marka değerini yıpratacaktır. 

‘EN BÜYÜK MÜLTECİ NÜFUSU’

Ama turistlere gelmeden önce tabii ki kendi yaşantımız söz konusu.  

Ağır ekonomik koşullara bir de bu kontrolsüz sığınmacı, göç istilası eklenince ok yaydan çıkıyor: “Geri gönderilsinler! Gitsinler buradan!” feryadı ortak çığlığa dönüşüyor. 

Kimse, oturduğu fildişi kuleden bu sahipsizlik ve çaresizlik çığlığına kayıtsız kalmak hakkına sahip değil. 

Sorun herşeyden önce rekor sayılarda. 

Yeryüzünde bunca kısa zamanda bu kadar göç alan başka ülke yok. Bunu ben söylemiyorum. Bloomberg’de önceki gün yer alan bir haber söylüyor: 

“Türkiye dünyanın en büyük mülteci nüfusuna sahip ülke”.

Bakın dikkatinizi çekerim, “dünya” diyorlar... “Avrupa” falan değil... 

Olimpiyat rekoru kırmışız, farkında değiliz. 

Bu nedenle Türkiyede mülteci meselesi Yılmaz Özdil’in ifadesiyle bir “grizu patlamasına” dönüşüyor. 

Yabancı göçmenlere “hoşgörü”, “empati”, “insan hakları”, “demokrasi değerleri” üzerinden kurulabilecek köprüler bu patlamayla tuz buz oluyor. 

İstanbul’da travestiler sokağında toplanıp, travestileri dışarı çağıran bir güruhla nasıl empati kuracaksınız?

Sadece ve sadece korku, endişe, ve evet -nereden geldiklerine bakılmaksızın- nefret duyuyorsunuz. 

Yabancınınki “hak” da kadınlarınki, travestinlerin ki hak değil mi?

“Yabancı korkusu” ve “nefret” yazık ki kardeş.  

Bu kardeşlik çok uzarsa, evet “sağduyu faşistleşir”, hepimiz ırkçı oluruz. 

Böyle bir tehlike var. 

Ümit Özdağ -yöntemlerini çok beğenmesem de!- olabilecek en yüksek perdeden şimdi bu tehlikeye dikkat çekiyor. 

Kulak vermekte fayda var. 

Aksi halde bu dip dalganın önü alınamaz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları