Örsan K. Öymen

1919’un 100. yılına girerken

31 Aralık 2018 Pazartesi

19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Kurtuluş Savaşı’nın ve bağımsızlık mücadelesinin başladığı tarihtir. Bu tarih sadece Türkiye açısından değil, emperyalizme karşı mücadelenin küresel tarihi açısından da yaşamsal önemdedir.
2019 yılında 1919’un 100. yılına girerken Türkiye’ye baktığımızda, geçmişte kazanılan hakların birçoğunun kaybedildiğini görmekteyiz. Atatürk, bağımsızlığın sadece cephede kazanılamayacağını, bağımsızlığın ancak ve ancak çağdaş uygarlık seviyesini yakalamakla kazanılabileceğini bilecek kadar akıllı ve bilgili bir insandı. Günümüzde ise Türkiye, çağdaş uygarlık hedefinden sapmış, Ortadoğu’nun geri kalmış ülkeleriyle aynı bataklığa saplanmıştır. “Milli Görüş” safsatası olarak ortaya çıkan ancak gerçekte “Arap Görüş” olan İslamcı bakış açısı, neo-Osmanlıcılık ile harmanlanınca, ortaya çağdaş uygarlık karşıtı ucube, sıradan, yüzeysel ve gerici bir düzen çıktı.
Çağdaş uygarlığın özünde olan bilim, felsefe ve sanat, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri, Kuran kursları ve “4+4+4” eğitim modeliyle asimile edildi, baskı altına alındı. Din fetişizmi ve din takıntısı, bilimi, felsefeyi ve sanatı esir aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bilim ve felsefe alanlarında ve sanatın bazı alanlarında yaşadığı geri kalmışlık, 21. yüzyılda yeniden hortlatıldı. Türkiye, antik çağlarda Sümer, Urartu, Hitit, Yunan ve Roma uygarlıklarının yeşerdiği Anadolu coğrafyasında, insanlığın uygarlık hedefini daha da ileriye götüreceğine, Arap çöl kültürüyle çoraklaştı, dinamik yapısını kaybetti, kasvetli, uyuşuk, monoton ve öte dünyacı bir yapıya büründü.
Çağdaş uygarlığın siyasi boyutunda da, demokrasinin yerini monarşi ve teokrasi aldı. Yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırıldı, yargı bağımsızlığı yok edildi; düşünce, ifade, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü bertaraf edildi; laiklik ilkesi yerle bir edildi, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ilkesi kâğıt üzerinde kaldı, anayasal düzene yönelik sivil darbe gerçekleşti. Türkiye, ağırlığı ve ciddiyeti olan bir devlet olmaktan çıktı, çetelerin ve çıkar gruplarının işgali altındaki bir kabile devletine döndü.
Demokrasi adı verilen düzen, sandıkçılık ve koltuk kapmaca oyununa indirgendi, halkçılığın yerini popülizm aldı, yaşamın her alanına bir seviyesizlik ve kabalık hâkim oldu. Nitelikli olan her şey “elitizm” olarak damgalandı, iyi olan her şey “kötü”, kötü olan her şey “iyi” olana dönüştü, her şey tersyüz edildi.
Türkiye’nin bu hallere düşürülmesinde içeride ve dışarıda kimin çıkarı varsa, Türkiye’yi de bu hallere onlar düşürdü. Türkiye, hem emperyalist güçler hem de onların ülke içindeki vatan haini işbirlikçileri tarafından çağdaş uygarlık hedefinden kopartıldı.
Ancak bunu yapanlar bir şeyi hesaplayamadılar: Bir toplumun belli hakları kazanması çok uzun zaman alabilir. Bu bazen onlarca, bazen yüzlerce, bazen binlerce yıl sürebilir. Uygarlık tarihi bunu göstermektedir. Ancak aynı uygarlık tarihi bize şunu da göstermektedir ki, belli haklar kazanıldıktan sonra o hakların gasp edilmesi ve o toplumun ve ülkenin geriye götürülmesi durumunda, bu hiçbir zaman sürdürülebilir ve uzun vadeli olmamıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığında çevresinde birkaç kişi vardı. Şu anda onun izinden yürüyen milyonlar var. Herkes şunu bilmelidir ki, İslamcı ve neo-Osmanlıcı karşıdevrim hareketinin gücü, uygarlık tarihinin akışını değiştirmeye yetmeyecektir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları