Özdemir İnce

Pistanbul (1)

20 Ekim 2019 Pazar

Önümüzdeki dört yazıyı “Suriye Sorunukadar (belki de daha) önemliİstanbul Sorununa ayırdım: Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin, 1993 yılında, “İstanbul’un gelecekteki rolü” üzerine açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?” başlıklı soruşturmaya o yılın ekim ayında verdiğim yanıtı üç gün okuyacaksınız. Dördüncü yazıda Pistanbul’un sefil ve pejmürde haline değineceğim.

***

On yıl sonra İstanbul’un dünyayla ilişkileri itibarıyla bugünkünden farklı bir rolü olabilir mi? Olabilirse bu rolün özellik ve nitelikleri neler olabilir ve bunu temenni eder misiniz?
– Yıllar önce, “Her Türk, Mareşal Fevzi Çakmak’ı, Yavuz zırhlısını ve İstanbul’u severek doğar” diye yazmıştım, yarı ironik, yarı varsayımsal bir düşünce olarak. Biraz da abartmaya başvurarak Türklerin bir zamanlar bu üç sevgiyle ana rahmine düşmüş olduklarını söyleyebiliriz, söyleyebilirdik. 1950 öncesine ait bir düşünce. Şimdi “Türkler”, Mareşal Fevzi Çakmak’ı anımsamıyorlar, Yavuz zırhlısını bilmiyorlar ve İstanbul’un her gün ırzına geçiyorlar.
Aslında bakarsanız, İstanbul sevgisi 1950’ye kadar bir tür zorunluluktu, gereksinimdi, çünkü uygar dünya karşısında güya eli yüzü düzgün tek yerleşim yeriydi bu kent. Ben bu değerlendirmenin somut ve gerçek verilere dayandığı kanısında değilim. İstanbul her zaman, “bu” yakınılan ve esef edilen yığışımdı. Bu hasta yığışım Osmanlı döneminde de söz konusuydu. Tarihçiler İstanbul’a göçü engelleyici ya da bazı koşullara bağlayıcı fermanları kolayca anımsarlar.
İstanbul’un Bizans dönemindeki yapısı ve dokusu nasıldı? Buna ilişkin bir düşüncem ve bilgim yok. Ancak Paris’le bir karşılaştırma yaparak bir düşünce üretebiliriz: Paris’in bugün en uzun sokaklarından biri olan Rue Saint Jacques, bu kentin Roma kenti Lutetia Parisiorum olduğu dönemden kalmadır.

***

İstanbul ne zaman bir kanser, daha doğrusu kanserli hücreye dönüştü? Yani kent hücresine benzeyen ama gerçekte kent hücresi olmayan hasta hücre yığınına? Bunun göstergelerini, belki de Paris, Londra, Berlin, Viyana gibi kentlerin, metropollerin kapitalist dönüşümün sonucu olan kentsel örgütlenmeye başladıkları, bu örgütlenmeyi tamamlamaya çalıştıkları dönemde bulabiliriz. Metropol kavramını belediyesel “anakent” kavramından kurtulup politik bir kavram olarak algılamaya başladığımız zaman daha kolay anlarız. “Metropol” ve “anavatan” gibi kavramlar sömürgeyle (sömürgelerle) ilintilidir. Anavatan bir devletin sömürgeler dışında kalan kendi toprağıdır, metropol ise bu toprağın büyük kentidir, başkentidir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu tür kentler kapitalist örgütlenmelerini tamamlamışlardır, bir yerleşim yeri olarak, politik ve kültürel bir merkez olarak. Bu tür kentlerde büyük caddeler ve sokaklar bu dönemde açılmış, kamusal binalar bu dönemde yapılmış, metrolar bu dönemde kazılmış, opera ve tiyatro binaları bu dönemde yükselmiş, borsalar ve bankalar bu dönemde çağcıllaşmış ve modern toplum da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönüşümleri, gerçekte, Rönesans ve dinsel reformlar döneminden başlatabiliriz.
Bu dönüşümlerin gerisinde ve önünde hiç kuşkusuz modern devlet ve onun kurum ve yapıları vardır. Devlet hazinesi devleti yöneten hanedan ailesinin değil, devletin hazinesidir; birey artık bir kul ya da bende değil bir vatandaştır.

***

İstanbul bu dönüşümlerin hiçbirini yaşamamış, yaşayamamıştır; caddeler genişlemeden, kentsel altyapı (su, elektrik, PTT, kanalizasyon) gereğince kurulmadan, metrosu kazılmadan kalabalıklaşmaya başlamış ve Anadolu’dan gelen göç dalgaları, bir dostumun tanımlamasıyla, bu varsayımsal kenti İstangonk’a çevirmiştir. Bu kentin operası opera, basını basın, stadyumu stadyum, caddesi cadde, sokağı sokak değildir, kendisi de zaten bir kent değildir. Paris’te bir Parisli, Newyork’ta bir Newyorklu, Londra’da bir Londralı vardır, ama gerçek bir kent olmadığı için İstanbul’da bir İstanbullu yoktur. İstanbul’da İstanbullu bulunmadığı için bu kentin belediyelerini Doğulu, Karadenizli göçmenler yönetmekte ve İstanbul’u geldikleri kentlere ve köylere dönüştürmektedirler. (Sürecek)
ÖNEMLİ NOT: Senin ABD ile masaya oturman ve “120 saat” bir hikâyedir. Esad’la masaya oturmadan Suriye belasından asla kurtulamazsın!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Din ve vicdan hürriyeti 13 Aralık 2024
Üst kimlik olarak İslam 10 Aralık 2024
Yandaş hakem 8 Aralık 2024

Günün Köşe Yazıları