Kentsel dönüşüm... Ama nasıl?

22 Kasım 2008 Cumartesi

Mera alanlarında toplu konut üretmek, Haydarpaşa Limanı ve Garı'nın olduğu çok özel bir yere yoğun yapılaşma önermek...

Toplumun önemli bir kısmı  bunu “ne güzel biz de modernleşiyoruz, mezbelelikler temizleniyor, yeni gelir kaynakları oluşuyor” diye algılıyor, duyarlı ve bilinçli bir kesim ise ekonominin kentsel ranttan beslenmesine yönelik politikaların uygulaması olarak... Biz de konuyu, TMMOB Mimarlar Odası Afet Komisyonu ve İstanbul Büyükkent Şubesi Kentleşme, Afet Komitesi ve Çevre Etki Değerlendirme Kurulu üyesi Mücella Yapıcı ile masaya yatırdık.


“Kentsel Dönüşüm” kavramı ilk kez ne zaman kullanılmaya başlandı?


Kentsel dönüşüm aslında İngiltere kaynaklı bir kavram. Ortaya çıkışı 1980’lerde... Sanayinin esnekleşmesi, fabrikaların ve üretim merkezlerinin doğuya kayması ile gündeme geldi. Büyük kentlerde sanayi bölgeleri ve  limanlar atıl kalınca bir dönüşüm yapılması gerekiyordu ve bu şekilde başladı. Bize gelmesinin nedeni ise ekonominin kentsel ranttan beslenmesine yönelik politikaların uygulanmaya başlaması. Üretime dayanmayan tüketimin örgütlendiği bir kentte,  kentsel rantın uluslararası pazara sürülmesi ile başlayan ve bunu “küresel ekonomiye eklemlenmenin olmazsa olmaz koşulu” gibi gösteren bir ideolojik  yanılsama ya da algı bozukluğu yaratarak toplumda başlayan bir süreç... Biz ilk kez bu kavramı  1999’da Ali Müfit Gürtuna döneminde başlatılan Vizyon Projeleri kapsamında duyduk. Hatırlarsanız,  " 2023'e doğru İstanbul'un misyonunu tespit ettik buna göre vizyon  projelerimizi hazırladık " diye müthiş bir çıkış olmuştu. Bu çıkışın öncesinde zaten Dünya Bankası'nın da hazırladığı bir rapor vardı: İstanbul'un, küresel hiyerarşide kentlerle yarışmak için hazırlanması gerektiğini belirten ve bu anlamda kendisini uluslararası sermayeye açması gerektiğini vurgulayan bir rapordu bu.

İstanbul finans merkezi olması başta olmak üzere bir sürü proje sıralandı... Sonra depremi yaşadı İstanbul. Bu arada bir de Bölge Kalkınma Ajanslarının önerildiği OECD raporu çıktı, “mega kentsel dönüşüm”ün  başına Deprem Odaklı lafı eklendi. Ve bir de baktık ki İstanbul ilk kez Dünya Gayrimenkul Sektörünün Emlak Pazarı (MIPIP) olan Dünya Gayrimenkül Fuarını katılıyor. Yıl 2004’di sanıyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi  20’yi aşkın proje ile  ve büyük bir şaşaa ile katıldı. Biz o projeleri ancak fuar ile birlikte öğrendik: Galataport, Haydarpaşa, Haliç, Balat, Sütlüce, İETT garajı, tersaneler, Kartal'daki Büyük dönüşüm projesi, Küçük Çekmece'de Florya Köşkünün önüne dikilen  70 katlı gökdelen. Yani şu anda hukuk savaşı verdiğimiz projelerin hepsi orada... Bu yatırımların ekonomiye hiçbir şekilde geri dönüşü yok, üstelik bize çok ciddi maliyetlere de neden oluyorlar.

Nasıl?

Örneğin İETT'nin Levent'teki arazisine dikilmesi planlanan Dubai kulelerinin olduğu yer, bölgede  tek boş kalmış yeşil alan. “ 6 milyar dolar kazanacağız” yutturmacası ile korkunç bir trafik yükü getiriyorsunuz, onu çözmek için dünyanın kavşağını, alt yapı yatırımını yapıyorsunuz. Bunları bedelini kim ödüyor? Bizler.

Tersinden baktığınızda, ekonomin sıcak para arayışı içinde kentsel rantı kullanışına dönüşüyor. Ama gelişmiş ülke kentlerinde bunu görmüyorsunuz; çünkü orada ciddi bir demokrasi var. New York'un Central Parc'ına siz gökdelen dikebilir misiniz?


Hukuk savaşından bahsettik az önce.. Hukukun kentsel dönüşüm projelerine karşı açılan davalara yönelik tutumu ne? 

Evet, işin en acı tarafı şu: bu işin hukuku yaratılmaya başlandı.  Bizim hukukumuz kıyı kanunu , eski eserleri koruma kanunu, çevre yasaları, imar kanunu gibi hakikaten planlamaya dayalı ve sosyal devleti gözeten kanunlar ama 1980'lerden itibaren 12 Eyllü yasaları ile birlikte delinmeye başlandı. Yok Özelleştirme İdaresine plan yetkisi, yok şuna plan yetkisi derken bugün gelinen noktada, limanlar fabrikalar falan bitti şimdi satılan sizin kentsel yaşam alanlarınız. Hem de bunların   iç hukuktaki engelleri de birer birer kaldırılmaya başlandı: Haydarpaşa için çıkan 5234 sayılı yasa hemen akabinde 5335 sayılı yasa, onlardan sonra kıyı kanununda Cruise limanları için yapılan değişiklik..
Enteresan bir örnek vereyim: Kuşadası'nda sahilde Ofer'in yerli ortağı Kutman ile birlikte yaptırdığı alışveriş merkezi. Bizim hukukumuza göre  kıyıda böyle bir alışveriş merkezi inşa edilemez. Bu yüzden Antalya ofisimiz dava açtı.  Danıştay’dan bu madde anayasaya aykırı bulunarak iptal edildi. Kutman "ben bunu yıkmam gerekirse kanu çıkartırız dedi ve gerçekten kanun çıkardılar.  Şimdi o kanun Galataport projesinin işine yarayacak...


Burada anladığım kadarı ile “kamu yararı kavramı” üzerinde de oynanan bir oyun söz konusu...

Evet, daha doğrusu “Kamu yararına” kavramının  yalnış algılanması söz konusu. Tüm bu projelerin önüne kamu yararına sözcüğü oturtuluyor. Örneğin bir ormanın yapılaşmaya açılmasında, “devlete para kazandıracağı için kamu yararı vardır”  deniliyor. Halbuki o ormanın orada olmasının kamu yararı çok daha fazladır. İğdiş edilen bir kamu yararı kavramı ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla  hukuk da kendini ona göre şekillendirmeye başladı. Sonuçta hukuk da bir üst yapı kurumudur. Bu sefer davalar kaybedilmeye başlandı.

 

Bu aslında neoliberal politikaların kente bakışını da gösteriyor değil mi?

Neoliberal ideolojinin kente bakışı, planlı kent bakışı değil. Haydarpaşa garı endüstriyel bir miras ve de halen çalışan ve üreten  bir miras. Kentin belleğini oluşturuyor. Ama şu deniyor. “Aman canım orası mezbelelik mi kalsın, Londra’da da falan gar müze yapılıyor ...”
Ama üretim gidiyor. Ortada üretime dayalı bir ideoloji kalmadığı için bilimsel ve akademik bakışlar da sanki buna doğru bir bükülme içinde .

Yeni ve başka bir bakış açısı da şu:  “çözüm üretmiyorsan eleştirme”. Bu çok tehlikeli. Zaten benim eleştirimin içinde alternatifi var ama bu o kadar ince bir eleştiri ki...
Bun bunun yalnış olduğunu söyleyebilirim ve bu koşullar altında önerim de olmayabilir. Çünkü bu siyasi koşullar benim doğru bir öneri geliştirmemi engelliyor olabilir....


Hukuk çok pahalı bir yol olmaya başladı

Hukuk  cok pahalı  bir yol olmaya başladı. İdari hukukta dava açmaya kalkmak zorlaşıyor.  Hem semt insiyatiflerinin hem de meslek odalarının açtıkları davaları kazanmaları ve bu örneklerin çoğalması üzerine  yeni bir yöntem olarak ciddi yüksek paralar kondu. Bilirkişilikler ödenecek gibi değil artık. İdari hukuku ise gerçekten cok yavaş işliyor. İstanbul’un ilk dönüşüm projelerinden biri olan Ayamama Havzası’nı örnek vereyim. Şu anda Yeşilköy’de fuar alanı olarak bilinen mekan 1980’lere 500 bin metrekarelik bir kamu alanıydı ve İstanbul’un yeraltı suyunun beslendiği tek alandı. Kat karşılığı Dünya Ticaret Merkezi’ne verilmiş ve akabinde de bizim tarafımızdan davalar açılmıştı. 16 sene geçti. Geçen ay  mahkeme kararını aldık. Davayı kesinlikle kazandık.

Yani binalar yıkılabilir. Ama bu kez başka bir kavram ortaya çıkıyor: Milli servet.
Şimdi hangisi milli servet? Orada koskoca yeraltı su kaynağının yok edilmesi milli servet değilmi?  Şimdi yıksanız ne olacak? Orayı yok ettiniz. Kuruttunuz zaten.  Daha günceli, Beşiktaş’daki stadın yanıbaşına dikilen gökdelenler. Gökdelenler tamamlandı iç donanımına geçildi;  İdari Yargıtay’ın yürütmeyi durdurma kararı ancak yeni çıkabildi.


Ne yapılabilir ?

Hukuku hiç ihlal etmeden alttan gelen tepkinin yoğunlaşması çok önemli ve burada medyaya çok rol düşüyor. Medyanın hali ise malum.

Medya patronları da kentsel rantın parçası olunca medyanın bu konulara ilgisi rakip düzeyinde oluyor ve silah olarak kullanılıyor. Bu da sağlıklı değil. Son süreçte ise  daha önce adını sanını hiç duymadığımız inşaat şirketleri ortalıkta. Kentsel rantın bu şekildeki dönüşüm projeleri ile sermayenin rengi de değişiyor.



Ve altın tepside sunulan Tarlabaşı

Taa 1980’lerde Dalan, Tarlabaşı caddesini ikiye ayırdığında “öteki’ni taraflaştıracaksınız ve çöküntüye terk edeceksiniz” dedik. Nitekim öyle oldu. Şimdi bu yanlış üzerinden bir proje geliştirildi. Tarlabaşı’na bir şey yapma fikrini ilk ortaya attığında o zaman daha kentsel dönüşüm yasası çıkmamıstı. Bunun üzerine  5366 sayılı yasayı çıkardılar. Bu yasa aslında Tarlabaşı yasası olarak bilinir.

Sululuke falan hep bu yasanı mağdurudur. “Acele kamulaştırma” diye bir yeni icat geliştirildi. “Yenileme Kurulu” diye Anıtlar Kurulu’ndan farklı yeni bir kurul  oluşturuldu. Bütün yenileme alanları projelerine bu kurul bakacak denildi.  Ortada imar planı yok , ne yapılacağı belli değil,  aama kanun çıktı. Ve bir hafta içinde acele kamulaştırma kararı alındı.

Tarlabaşı özel bir yer, çok çeşitli bir insan mozaiğini bünyesinde barındırıyor.
“Ötekinin ötekisi” diyebileceğimiz kişiler çoğu.  Ama özlediğimiz mahalle ve sokak orada dipdiri. Ve kendi içlerinde bir hayatları var. Ancak bu  insanların üzerinde çok büyük bir baskı var. “Bunlar potansiyel  suçlu,  kente yakışmıyorlar, yaşadıkları tarihi mekanların  değerini bilmiyorlar...” türünden suçlanmalarla karşı karşıyayar. Halbuki insanların bir tek çivi bile çakmalarına izin vermemişsiniz, oraların korunması ve geliştirilmesi için yapılacak hiç bir projeye destek vermemişsiniz..

Neyse, karar çıkınca avam projeler yapılmaya, ihaleler ortaya çıkmaya başlandı. Bütün bunların tümü için bir ihale açıldı. Ve Çalık grubu 16 mart 2007’de  ihaleyi aldı.

Şartnameye göre Çalık İnşaat o alanın yüzde 42’sini halka  geri verecek, geri kalanı ise kendisinin olacak. Üstelik projenin kaç metre kare alanı kapsadığı daha belli değil. Ama devasa bir alan olduğu belli. Ve Çalık Grubu’nun eline geçen alanın yüzde 90’ı tarihi eser.
Şu anda projeler yapılıyor. Ve tabii sorunlar da ortaya çıkmaya başladı. Örneğin kızı ile yaşayan ve kiralarla geçinen Ermeni bir kadına “senin 3 katlı binan bizim sana vereceğimiz 60 mekrekarelik daireye denk geliyor” denebiliyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Biz modern insanlar... 12 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları