Sadık Çelik
Sadık Çelik sadik.celik.gorus@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

1 Mayıs 2014

03 Mayıs 2014 Cumartesi

1 Mayıs’ın 2010’da AKP hükümeti tarafından bayram ilan edilmesi ve Taksim yasağının kaldırılması neticesinde yapılan kutlamalar kusursuz bir barış havasında geçmişti. Ne bir olay, ne herhangi bir şiddet eğilimi... Her şey olması gerektiği gibiydi. Yakın tarihimizde hâlâ canlılığını koruyan acı hatıralara dayanarak toplumda bir tür çatışma ortamının sembolü haline gelen 1 Mayıs’ın bu yakıştırmadan kurtulması için bir dönüm noktası olabilirdi bu tarih. Fakat biraz da Gezi’den yayılan şok dalgasının etkisiyle olsa gerek, aynı hükümet bu sene Taksim’i yeniden 1 Mayıs’a yasakladı. Bu yasağın toplumda huzurdan çok zıtlaşma, çatışma ve şiddet ortamı doğurma ihtimalinin kuvvetini bile bile. Geçmişte yaşanan tüm acı tecrübelere şahit olmasına rağmen bir türlü çatışmadan değil, uzlaşmadan yana o bayrağı çekemeyerek.
Çünkü zaten toplumsal kavga politikası, bu dikleşme dilidir iktidarı asıl besleyen.
Kendi kitlesini gerilimle, “delikanlılık” şovlarıyla ayakta ve zinde tutup, dikkatlerini kendi yaşamlarından, kendi sosyal ve ekonomik sıkıntılardan çekmektir biraz da istenen ve başarılan.
1 Mayıs’ta kitlelerin mahalle aralarına kadar getirilmesinin arka planında yatanları görmek gerekir. Evlerinde otururken gaz yiyen, işine gidemeyen, işyerini açamayan insanların gözünde eylemciler itibarsızlaşsın, toplum nezdinde nefretin nesnesi olsunlar. Amaçlanan bu olabilir mi biraz da? “Taksim diye tutturanlar, sizin yüzünüzden biz bu hale geliyoruz” dedirtmek, bir anlamda mahalle kavgası çıkartmak için.
2014 1 Mayısı’nda adı konmamış bir harp halindeymişiz gibi 39 bin polisle kapatılan Taksim’de kuş uçurtulmadı. Fiilen bir sokağa çıkma yasağı yoktu ama insanlar sokağa inmedi, inemedi. Yine de yüzlerce kişi yaralandı, gazdan etkilenen onlarca çocuk korku ve gözyaşı içinde çığlıklara boğuldu.
Sonuçta yurttaşıyla inatlaşan iktidar, yegâne gücün kendisinde olduğunu kanıtlarken, kendi temel politikasını ve gerilimden beslenen varlığını biraz daha güçlendirmiş oldu.

Yeni düşman: Alman Cumhurbaşkanı
Alman Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Türkiye ziyareti olaylı geçti, malum. Türkiye’nin otoriterliğe doğru gitmesinden dem vuran ve bu durumdan duyduğu endişeyi dile getiren Gauck’a Erdoğan’ın cevabı, beklenildiği gibi, sert oldu. Gauck, demokrasiyi, özgürlükleri hatırlatan görüşlerine karşılık “iç işlerimize karışmakla” ve “kendisini hâlâ rahip sanmakla” suçlandı. Rasyonel bir yaklaşımla, Alman Cumhurbaşkanı’nın görüş ve eleştirilerinin içeriğini, eski rahip kimliğiyle ilişkilendirmenin mümkün olmadığını görüyoruz.
Ayrıca Washington merkezli Freedom House’un son 2014 raporunda Türkiye’yi ‘kısmen özgür’ ülkeden ‘özgür olmayan’ ülke kategorisine sokmasının da Alman Cumhurbaşkanı’nın endişelerini destekler nitelikte olduğunu hatırlatmak gerekir...
Buna rağmen başbakan Erdoğan’ın “kendisini hâlâ rahip sanıyor” şeklinde yönelttiği eleştirinin amacının, ancak Hıristiyanlıkla ilgili toplumun bazı kesimlerinin sahip olduğu kötü algıyı uyandırıp harekete geçirmek olabileceğini söyleyebiliriz. Bu sayede kimden gelirse gelsin, ülkemize yöneltilen yapıcı ya da yıkıcı eleştirilerin topu birden, kendi kitlesinin sevdiği ve arzu ettiği gibi, dini, milli ve “harbi” bir dil kullanılarak, geçersiz ve etkisiz kılınabiliyor.

Hangi çocuk bayramı?
Gizem de Umut da çocuk bedenlerine yakışmayan acılarla birlikte, hep çocuk kalacakları sonsuzluğa uzandılar. Son dört ayda on üç çocuk ölü bulundu bu toprakların üzerinde ve her yıl yüzlerce çocuk cinsel istismara uğruyor, son beş senede kayıp çocuk bildirimlerindeki artış yüzde yüzü geçmiş...
Ve bizler, çocuklarını kapanmayan feribot kapaklarına, anne-babaların cinnetine, açık bırakılan kuyulara, çukurlara, havuzlara, kan davalarına, örneğini son Gizem olayında da gördüğümüz gibi korkunç bir sosyolojik gerçek olarak çoğu zaman aile içinde yaşanan anlaşmazlıklara, kirli sapkınlıklara, canavarlıklara, şiddetin her türüne ve polis fişeğine kurban verenler... Onların o çocuk bakışlarına biber gazı sıkanlar... Kadınlarını hakeza, gözünü kırpmadan harcayanlar... En büyük bedelleri hep kadınlara ve çocuklara ödetirken, gerçekten övünebilir miyiz bu ülke için yaptıklarımızla, kendimizle? Hangi 23 Nisan’dı bu geride bıraktığımız? Hangi çocuğumuzun hangi bayramıydı kutlanan, ağıtlar ve gözyaşları arasında?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları