Sadık Çelik
Sadık Çelik sadik.celik.gorus@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Basın, Sansür, Baskı ve Bayram

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Basın özgürlüğünün simgesi haline gelen basın bayramı artık daha ziyade sansüre ve türlü basın özgürsüzlüklerine dikkat çekilmeye çalışılan, basın mensupları için çoğunlukla bayram havasından uzak bir gün haline geldi. Ülkemizde basın ve bayram kelimelerinin yan yana kullanılması bile birbiriyle çelişkili bir durum olarak görülür oldu.
Gazetelerin birer birer “devredildiği”, bundan daha da önemlisi duyulmak istenmeyen şeyleri söyleyen gazetecilerin iktidarlarca açık hedef gösterildiği, teker teker fişlendiği ve çalışanların topyekûn, kitlesel kıyımlar halinde tasfiye edildiği bir Basın Bayramı mümkün olabilir mi? Türkiye’de medya üzerinde baskının, otosansürün ve somut bir basın özgürlüğü sorununun varlığı hemen her dönemde belirli oranlarda hissedildi.
Ancak AKP iktidarı süresince ve özel olarak Gezi olayları sırasında ve sonrasında Türk basınının üzerindeki baskı ve mecburi otokontrolün ağırlığının, geçmişteki olağanüstü dönemlerle bile mukayese edilemeyecek bir düzeye doğru hızla çıktığı görüşü hâkim ve haklı bir görüş. Penguen belgeseli yayınlarıyla başlayan ve bugün gelinen noktada onlarca gazetecinin istifa ettirilerek ya da kovularak sistemden ayıklanmalarına varan bu sansür ortamı en hafif tabirle utanç vericidir. Başta, el değiştiren Show TV ve Akşam grubu olmak üzere diğer bazı önemli televizyon ve gazetelerde son bir ay içinde tasfiye edilen gazeteci sayısı dudak uçuklatıcı. Son olarak deneyimli gazeteci Yavuz Baydar’ın New York Times için kaleme aldığı ve Türkiye’deki medya-demokrasi ilişkisini eleştiren makalesi nedeniyle çalıştığı gazeteden kovulması gerçek anlamda “bu kadarı da fazla” dedirtecek türden bir gelişmedir.
“Dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi” diye bir unvana bile sahip olan ülkemizde hapishanelerde tutuklu durumdaki gazeteci sayısından ise hiç bahsetmiyoruz.
İfade özgürlüğünün yasalarca korunamaması bir yana, bu özgürlüğün kullanılması ciddi bir suç olarak kabul edilip bu kapsamda yargılamalara bu kadar sık oranlarda ve bu derece kolaylıkla gidilebiliyorsa, yirmi birinci yüzyılda henüz basılmamış kitaplar, sosyal medya üzerinden yazılan yorum ve alıntılar bile suç delili olarak değerlendirilebiliyorsa orada adaletin varlığından ya da bağımsız yargıdan bahsetmek inandırıcı değildir.
Fikirleri ve kalemi yüzünden mesleği elinden alınan her bir gazeteci için demokrasinin varlığı bir kez daha kalbinden vuruluyor.

Diren Hamile

TRT 1 kanalında yayınlanan bir iftar programında “tasavvuf düşünürü” sıfatıyla ahkâm kesen bir zatın ağzından çıkan ve hamile kadınların dışarıda dolaşmasını kınayan, bunu terbiyesizlik olarak adleden, onlara en fazla “beylerinin arabasına binerek biraz hava alma” hakkı tanıyan ifadelerin tutulacak hiçbir yanı yok elbette.
Ömer Tuğrul İnançer isimli beyefendinin hamile kadınlara yönelik öfke dolu, hırsla kullandığı ifadeler “hapisçi” zihniyetin kadına bakışını, aslında artık kanıksadığımız fakat yine de her karşılaştığımızda hayrete kapılmadan edemediğimiz bir biçimde gözler önüne serdi. Hamile kadınların “her şeyden önce göz estetiğini bozduğundan” girip giderek hırslanarak “böyle karınla sokakta gezilmez!” noktasından çıkan, insanlığa, varoluşa dair en güzel ve kutsal olaylardan birini tamamen kişisel bir bakış açısıyla çirkinleştirmeye yeltenmek hangi tasavvufi düşünceye sığıyormuş acaba?
Hamile kadınların sokağa çıkmaları gibi tartışmasız bir biçimde bireysel özgürlük alanına giren bir konuyla ilgili böylesine cesur ve pervasızca yorum yapabilme hakkını kendinde gören kişilerden çok, bunlara yetkin ve ehil kimseler olarak danışan, üstüne üstlük devlet televizyonundaki programlara çıkaran zihniyet mercek altına alınmalı.
Yapılan akla mantığa sığmayan açıklamalara karşılık “Allah razı olsun” diye teşekkür eden program sunucusunun bağlı olduğu zihniyet. Ve bu yalnızca “birbirini ağırlayan” anlayış biçimi… Bu ve buna benzer cüretkâr açıklamaların nereden, neye güvenerek ve neden özellikle bu dönemde sıkça ortaya çıktığı üzerine kafa yorulmalı.
Aslında konuyla ilgili en güzel tepkilerden biri yine sosyal medya üzerinden geldi: “Artık etek boyuydu saçıydı başıydı hamileliğiydi ayrı ayrı uğraşmak uzun iş; komple kaldırsınlar kadınlığı, yerine AVM yapsınlar.”

Ramazan; Hoşgörü Ayı

Ramazanda nasıl davranmasını bilen, herkese saygıyı kendine şiar edinen insanların komşularını rahatsız edecek şekilde davranması zaten söz konusu değildi.
Buna rağmen tencere tava çalan komşularımızı yargıya taşımamızı talep ve telkin eden anlayış, ramazanla birlikte hemen her iftar yemeğinde Gezi göstericilerini birbirinden sert ifadelerle eleştirerek varlığını sürdürmeye devam etti. Bir yandan sözde birlik beraberlik, sevgi saygı mesajları, diğer yandan ne iftar sofralarına ne Türk siyasetine ne de vicdanlara sığabilen bu hiddetli, ayrımcı, “biz” ve “onlar”cı dil.
Karşı hamle ise bu defa Hollywood’dan geldi. The Times gazetesinde yayımlanan ve Gezi eylemlerindeki polis şiddeti nedeniyle Başbakan Erdoğan’ı eleştiren tam sayfa mektubun imzacıları arasında dünyaca ünlü yönetmen David Lynch, Oscarlı aktör Sean Penn, James Fox, aktris Susan Sarandon ile çok sayıda önemli yazar ve akademisyen bulunuyor.
Birileri istediği kadar “onlar da kim oluyormuş” tavrını takınsın, her biri dünya çapında etkinlikleri olan, söz sahibi, yani tüm dünyaya seslerini rahatlıkla duyurabilecek figürler. Biz ciddiye almasak bile dünya kamuoyu onları ciddiye alacaktır.

sadik.celik.gorus@gmail.com



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları