Şahin Aybek

Türk Eğitim Sistemi yönetilmiyor, yönetilemiyor; sürükleniyor!

27 Ocak 2022 Perşembe

“Türk eğitim sistemi yönetilememektedir, çünkü 150 yıllık işletme-yönetim bilimi bir kenara atıldı! Milli eğitim sistemi Diyanet İşleri Başkanlığının ve tarikat ve cemaatlerin  arka  bahçesine dönüştü. Liyakatsizlik, koruma ve kayırma, suiistimal, hukuk tanımazlık, üstlerine yalakalık ve yaranma ancak liyakatsizliğin kural olduğu yerde yaygınlaşır. Türk eğitim sistemi “Fransızlardan daha Fransız” kaldı, aşırı merkeziyetçiliğini korudu.”

“Eğitim sistemi bilinen nedenlerle yerel yönetimlere teslim edilemez, üniter sistemden ödün veremeyiz, ülkemizde ulus devlet hala kapsayıcı şemsiye olmak zorundadır. Bir Milli Eğitim Bakanı olsun, yedi bölgeden hareketle yedi “bölge eğitim bakanı” olsun. Merkeziyetçi adem-i merkeziyetçilik Milli Eğitim Bakanı’nın doğrudan atandığı başkanlık sisteminde uygulanamaz.”

“Son on yılda veliler sistematik bir biçimde özel okullara yönlendirilmektedir.  AKP’nin eğitimde iki ana politikası vardır: Eğitimde özel sektörün payını artırmak, yani Neoliberal yol ve eğitimi dinselleştirmek, yani yenimuhafazakar yol. Zamanında toplanmayan, gecikmeli yapılan Milli Eğitim Şurası’nın gerçek amacı, 4-6 yaş çocuklarına dini eğitimi verilmesi kararını meşrulaştırmak olabilir. Devlet okulu ayağa kaldırılmalıdır! Devlet okullarında “örtük” öğrenim ücreti alınmaktadır. Türk eğitim sisteminin en acil sorunlarından birisi okullar arasındaki eşitsizliktir.”

Eğitimin hangi kademesinde olursa olsun, eğitimi yönetenlerin eğitim yönetimini bilmeleri ve bu konuda uzmanlaşmaları, günümüz girift dünyasında bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Eğitimin yönetimi bilinmeden, eğitimi yönetemez ve gerekli başarıyı gösteremezsiniz. Hiç bilmeden de yönetirsiniz ama gözü kapalı araba kullanmak gibi, ne zaman, nereye toslayacağınız belli olmaz. Bu kadar önemli olan eğitim yönetimini, alanın önemli isimlerinden Prof. Dr. Hasan Şimşek ile konuştuk…

- Değerli hocam Türk eğitim sistemi yönetilebilmekte midir?

Türk eğitim sistemi yönetilememektedir, çünkü 150 yıllık işletme-yönetim bilimi bir kenara atıldı!

Türk eğitim sistemi yönetilememektedir. Zaten dünyanın en merkeziyetçi sistemlerinden biri olan Türk eğitim sisteminin bir yönetilememe sorunu hep vardı. Ancak son 10 yılda bu sorun katmerlendi, çünkü liyakatsizlik diz boyu, sistem Diyanet İşleri Başkanlığının ve tarikat ve cemaatlerin at koşturduğu bir alana dönüştü. Milli eğitim sistemine atanmış olanlar ya DİB’nın zihniyeyini  ya da bu tarikat-cemaatlerin zihniyetini temsil ediyor. Onlardan olmayanlar ise sadece bu zihniyetin temsilcilerinin işlerini yapmalarına paravan oluyorlar. 150 yıllık İşletme biliminin en temel ilkeleri yerle bir edilmiş durumda. Ben sık sık derslerimde de söz ederim. Batı’nın uygarlığının ve ekonomik gelişmişliğinin altında Max Weber ve Frederick Taylor gibi işletme bilimcilerin ciddi katkısı vardır. Örneğin Max Weber devletin en önemli işletme aygıtı olan bürokrasi üzerine fikirler üretmiştir. Liyakati, iş tanımını, işe uygun insan istihdam edilmesini, denetim ve değerlendirme ilkelerini ilk Weber ortaya koymuştur. İşe uygun insan istihdam etme Weber’in fikridir. İşleri belirli kural ve ilkelere uygun olarak yapmak kuraldır. Emir-komuta zinciri önemlidir, iş akışını ve sorumlulukları belirler. Bunlar olmazsa bürokrasi çalışmaz, işlemez; işlese de yanlış işler. Weber’in 100 yıl önce “yapmayın” dediklerinin tamamı bugün Türkiye’de tüm kamu bürokrasisinde sürekli uygulanıyor. Taylor Amerikalı bir mühendis. Weber’in kamu bürokrasisi için söylediklerini özel şirketlere yönelik olarak ve benzer şekilde dile getirmiştir. Liyakat, işe uygun kişi, bilgi ve becerilere uygun ödeme ve ödüllendirme, emir-komuta zinciri, kural ve ilkelerle yönetim gibi temel işletme kavramları Taylor’un fikirleri yoluyla işletme alanında yer bulmuştur. 

Liyakatsizlik, koruma ve kayırma, suiistimal, hukuk tanımazlık, üstlerine yalakalık ve yaranma ancak liyakatsizliğin kural olduğu yerde yaygınlaşır. İşiyle ilgili bilgi ve becerilere sahip, işini kural ve ilkelere uygun yapan insanlar dik durur. Yanlışa bile bile alet olmazlar. 

Bu nedenlerle liyakat dediğimiz şeyin de bana göre üç  boyutu vardır: Liyakat sahibi insan işiyle ilgili eğitim, bilgi, beceri, deneyim gibi temel özelliklere sahiptir. Bunların olması yetmez. Liyakatli kişi karakter sahibi de olmalıdır. Bilgisi, becerisi, tecrübesi olabilir ama çalmaya, çırpmaya yatkınsa; insanlara eziyet etmekten hoşlanıyorsa; yalakalık ve yağdanlık eğilimi varsa o kişi gerçek liyakatli kişi değildir. Son kural siyasal duruştur. Liyakatli kişi yönetime hükmeden siyasal ideolojiye angaje olmaz, ona teslim olmaz, bilgisini ve görgüsünü o ideolojinin emrine vermez.  Dikkat edin, bunların tamamına karşılık gelen liyakat Türkiye’de hep sorunlu oldu, ama son on yılda bunlarda herhangi bir sınır kalmadı. 

Sonuç olarak, bütün bu olumsuz özelliklerin yan yana geldiği bir sistem evrensel olumlu standartlarla yönetilemez. Türk eğitim sistemi de şu anda maalesef bu durumda. Yönetilmiyor, yönetilemiyor; sürükleniyor. 

- Türk eğitim sisteminin neden yönetilemediğini düşünüyorsunuz?

Türk eğitim sistemi yönetilememektedir, çünkü 18 milyon öğrencinin, 1 milyon 200 bin öğretmenin olduğu devasa sistem merkezden yönetilmeye çalışılıyor

Biraz önce de değindiğim gibi, Türk eğitim sisteminin hep bir yönetilememe sorunu oldu. Sadece son on yılda bu durum patolojik bir hal aldı. Türk eğitim sistemi kuruluş ilkelerini kurulduğu yılların hakim yönetim paradigması olan merkeziyetçi Fransız yönetim sisteminden aldı. Bu yapı literatürde Bonapartist sistem olarak bilinir. Bu yapıyı sadece biz almadık. Latin Amerika’da, kıta Avrupası’nda, Asya’da pek çok sistem de Bonapartist, yani merkeziyetçi sistemi benimsedi. Bonapartist sistemde merkezi devlet güçlüdür, sistemin geri kalan unsurları merkezi devlete tabidir. Eğitim sistemi de tıpkı sağlık, savunma, iç işleri gibi merkezi devletin kontrolü altındadır. 

Bu sistemin antitezi Adem-i merkeziyetçi Anglo-Sakson sistemdir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde zemin bulmuş, daha sonra Yeni Dünya olarak adlandırılan ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelere taşınmıştır. Temel düsturu “az devlet iyi devlettir.” Bu nedenle yerelcidir, dağıtıktır, katılımcı demokrasi ve katılımlı yönetime inanır. Ana yapısıyla federatif sistemdir, üniter devlet anlayışı zayıftır. 1950’lerden sonra ABD, İngiltere, Almanya, Kanada, Avustralya gibi Anglo_Sakson gelenekli ülkeler ekonomik kalkınmışlıklarına paralel olarak diğer sistemleriyle de kendilerini dünyaya kabul ettirdiler. Örneğin, bunların yönetim biçimi olan yerelcilik ve yerinden yönetim dikkat çekti. Üniversitelerinin gücü ve etkisi nedeniyle İşletme biliminde hakimiyet kurdular ve bu ülkelerin üniversitelerinden yayılan Stratejik Planlama, Toplam Kalite Yönetimi, Katılımlı Yönetim, Liderlik, İnsan Kaynakları Yönetimi gibi kavramlar dünyanın geri kalanına yayıldı ve uygulanmaya çalışıldı. Bu durum Anglo-Sakson sistemi popüler yaptı. Bu modaya uyarak Fransa bile eğitim sistemini belli ölçüde adem-i merkezileştirdi. Bir tek Türk eğitim sistemi “Fransızlardan daha Fransız” kaldı, merkeziyetçiliğini korudu. Merkeziyetçiliğini koruduğu gibi ahbap, yandaş, bizim partili, bizim cemaatten gibi gerekçelerle liyakatsiz yönetimin de şahikası oldu. 

Türk eğitim sistemi adem-i merkezileştirme yoluyla esnekleştirilmeli, hareket edebilir hale getirilmelidir.

- Ama nasıl hocam?

Sistemi nasıl dağıtık (adem-i merkeziyetçi) yapacağız! Alışılmadık bir yol önerebilirim: Merkeziyetçi adem-i merkeziyetçilik!

Türkiye’de genelde devlet yapısının özelde de eğitim sisteminin nasıl esnekleştirilebileceği, nasıl adem-i merkeziyetçi özelliklerle donatılabileceği 1990’larda ve 2000’lerde epeyce tartışıldı. Büyük ölçüde Türkiye’nin yüz yüze olduğu bölücü siyasal akımlar nedeniyle adem-i merkezileştirme konularında çeşitli haklı şüpheler ortaya çıktı. Eğitim sisteminin kontrolünün yerel yönetimlere devredilmesi seçeneklerden biriydi, ancak ben de dahil pek çok kişi bu seçeneğin potansiyel tehlikelerinin farkındaydık. Haklı gerekçelerle bu seçenek çıkar bir yol olarak görülmedi.

Ancak, geldiğimiz noktada 18 milyon öğrencinin, 1 milyon 200 bin öğretmenin, 55 bin eğitim binasının olduğu ve dünya ölçeğinde devasa bir sistem olarak kabul edilebilecek eğitim sistemimiz hala aşırı merkeziyetçidir. İçinde olduğumuz liyakatsizlik, nepotizm, kötü yönetim, israf ve yolsuzluk gibi sorunları çözsek dahi teknik olarak Türk eğitim sistemi büyüklüğü ve merkeziyetçi yapısı nedeniyle hala yönetilemez durumdadır.

Biz bu esnekleştirmeyi, adem-i merkeziyetçi rahatlamayı bir şekilde başarmak zorundayız. İhlal edilemeyecek kuralları şuraya yazalım: Eğitim sistemi yerel yönetimlere teslim edilemez, üniter sistemden ödün veremeyiz, ulus devlet hala kapsayıcı şemsiye olmak zorundadır.

- Doğru mu anlıyorum hocam?  O zaman merkeziyetçilikten ödün vermeden adem-i merkeziyetçi bir yapı kurmanın yolunu bulmalıyız. 

Bunun yanıtı tam 100 yıl önce ABD’de verildi. 1920’lerde General Motors’un önce çalışanı sonra en üst yöneticisi olan Alfred Sloan merkeziyetçi adem-i merkeziyetçilik fikrinin kurucusudur. Merkeziyetçi ilkelerle yönetilen devasa General Motors’u içten özerkleştirdi. Şirketin alt birimlerine ve bölümlerine kısmi özerklikler verdi ve birimlerin icraatları hakkında merkezi yönetime hesap vermesi ilkelerini getirdi. GM kısa sürede karlılıkta ve üretimde rakiplerini geride bıraktı ve lider konuma geçti.

Sloan’dan öğreneceklerimiz olmalı. Reçete aynı olacak. Sistemin merkeziyetçi yapısına dokunmadan Milli Eğitim Bakanlığı ve milli eğitim sistemi içinde yarı özerk yapılar oluşturmalıyız. Örneğin, bir Milli Eğitim Bakanı olsun, yedi bölgeden hareketle yedi “bölge eğitim bakanı” olsun. Milli eğitim sistemi içinde doğrudan Milli Eğitim Bakanına bağlı her bölgeye bir eğitim bakanlığı ihdas edelim. Bu, bugünkü genel müdürlük, daire başkanlığı gibi yapının tümden değişmesi demektir. Dolayısıyla bunun için Milli eğitim yasasının da değişmesi gereklidir. Eğitim bakanlarının eğitim, bilgi ve beceri standartları çağdaş ölçütlerle belirlensin, örneğin eski milletvekilleri veya partililer “eğitim bakanı” olamasın. Her eğitim bakanı sorumlu olduğu bölgeyle ilgili planlar ortaya koysun, kendi bölgesinden elde edebileceği kaynakları elde etsin, eksin kalan bütçe merkezi bütçeden karşılansın. Her bölgenin eğitim bakanının yetkisindeki illerde yetki merkezden okullara doğru aktarılsın. 

Başta öğretmenler olmak üzere personel atama ve yükseltmelerinden bölge eğitim bakanlıkları sorumlu olsun. Öğretmenler kamu personeli olarak bölge eğitim bakanlıkları tarafından atansın. Bölge eğitim bakanlıklarının küçük ve işlevsel bürokrasileri olsun, personel, malzeme, ve diğer israf kalemleri minimuma indirilsin. Bu amaçla bölge eğitim bakanlıklarının bilişim teknolojilerini etkili kullanması sağlansın, bu bakanlıklar klasik bürokrasi yerine dijital bürokrasinin etkili kullanıldığı yerler olsun. Ancak, bir konunun altı çizilerek vurgulanması gereklidir: Merkeziyetçi adem-i merkeziyetçilik Milli Eğitim Bakanı’nın doğrudan atandığı başkanlık sisteminde uygulanamaz. Milli Eğitim Bakanı’nın “bakan” yetkileriyle görev yapabildiği parlamenter sistem bu yapı için olmazsa olmaz kuraldır. Milli Eğitim Bakanı’nın “bakanlık yetkilerini” kullanamadığı bir sistemde “eğitim bakanları” sadece “evet efendim” diyen bürokratlara dönüşür. Oysa biz “bölge eğitim bakanlarından” köklü, hızlı ve risk alabilecekleri icraatlar bekliyor olacağız.

55 bin okul binasının her birine liyakatli, ehliyetli okul yöneticileri atayalım. İl ve ilçe milli eğitim müdürleriyle birlikte bizim 60-70 bin “lidere” ihtiyacımız var. 1 milyon 200 bin öğretmenin olduğu bir sistem içinden 60-70 bin namuslu, dürüst, ehliyetli lider çıkarabilir. Bu “liderler ordusunun” ilk ve en önemli işi devlet okulunu ayağa kaldırmak olmalıdır. Emin olun, 3-4 yıl içinde eğitim sisteminin çehresi değişir. 

Bu fikrin daha çok işlenecek tarafı vardır. Amaç işlevsel, esnek, yaratıcı bir merkeziyetçi sistem kurgulamak olmalıdır.

- Hocam son yirmi yılı, yani AKP’li Türk eğitim politikasını da sizle konuşmak istiyorum.

AKP yıllarında Türk eğitim politikasının iki ana ekseni vardır, başka da hiçbir önceliği yoktur.

Türk eğitim sisteminin yönetim sorunlarından bağımsız düşünemeyeceğimiz başka bir sorunu daha var. Neo-liberalizm sık sık sadece ekonomik bir paradigma olarak görülür. Oysa Neo-liberalizm bundan çok daha fazlasıdır. Neo-liberalizm aynı zamanda bir yönetim paradigmasıdır da. Neo-liberalizm piyasacılık demektir. Özel sektörcülük, girişimcilik demektir. Dolayısıyla Neo-liberalizmin hakim olduğu sistemlerde merkeziyetçiliğin zayıflatılması gerekir. Bu nedenle, Neo-liberalizm güçlendikten sonra en başta hedefe koyduğu yapı “ulus devlettir.” Ulus devlet merkeziyetçidir ve denetler, izin verir, yasaklar. Bu nedenle Neo-liberalizmin hükümran yönetim anlayışı olduğu ülkelerde ulus devletler zayıflatılmıştır. Merkeziyetçi sistemi zayıflatmanın en pratik yollarından birisi özelleştirme, özelleştimenin mümkün  olmadığı yerlerde ise özel sektörün güçlendirilmesidir. 

AKP iktidara geldiği yıllardan beri dünyanın en kararlı Neo-liberalci partilerinden ve hükümetlerinden birisi olmuştur. Özelleştirme merakının yanı sıra eğitim de dahil olmak üzere pek çok sektörde özel sektörü desteklemek ve piyasa dinamiklerinin önünü açmak için sistematik uygulamalar yapmıştır. AKP hükümetlerinin ikinci Milli eğitim bakanı Hüseyin Çelik yıllarından beri AKP hükümetleri eğitimde özel sektörün önünü açmak için pek çok girişimde bulunmuştur. 2010 yılına kadar bunların pek çoğu başarısız kalmıştır. 2011’den başlayarak Ömer Dinçer yıllarından beri eğitimde özel sektörün etkililiği giderek artmıştır. Nabi Avcı’dan sonra Milli Eğitim Bakanı olan İsmet Yılmaz’ın neredeyse tek önceliği özel okulların sistem içindeki payının artırılmasıydı. Koyduğu hedef özel okulların sistem içindeki payının %15’e çıkarılmasıydı. Bu hedefin gerçekleştiğini göremeden bakanlığa veda etmek zorunda kaldı, ancak açtığı yolda epey ilerleme sağlandı.

- Devlet okul öncesi dönemde velileri mecburen özel okullara yönlendirmektedir.

Türkiye’de insanların çocuklarını özel okullara yönlendirebilmeleri için belli bir gelir durumunda olmaları gerekir. Bu nedenle, yıllar içinde Cumhuriyet tarihi boyunca özel okulların sistem içindeki payı hiçbir zaman %4’leri geçmemişti. 2021 yılında bu oran %10’lara yaklaştı. Özel okulların sistem içindeki payı özellikle okul öncesi dönemde daha fazla. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde devletlerin birinci ödevi olan ve daha çok devlet tarafından açılan okul öncesi kurumların sayısı Türkiye’de planlanan sayıların epey gerisinde kalmıştır. Bu ödevini yerine getirmeyerek devlet okul öncesi dönemde velileri mecburen özel okullara yönlendirmektedir.

Eğitimde özel sektör karşıtı değiliz. Hadi diyelim sistemdeki öğrencilerin %15’i özel okullara gidiyor. Geri kalan %85’i devlet okullarında okuyor olacaktır. Devlet okulları bütün dünya eğitim sistemlerinin ana omurgasını oluşturur. Bu nedenle devlet okulunu görmezden gelemezsiniz. Devlet okulu olmazsa olmazdır, bu nedenle önemlidir ve dikkate alınmalıdır.

- AKP’nin eğitimde iki ana politikası vardır: Eğitimde özel sektörün payını artırmak ve eğitimi dinselleştirmek.

2016 yılında yine İsmet Yılmaz döneminde uygulamaya konan adrese dayalı kayıt sistemi işin rengini özellikle ve kökten değiştirdi. Bu sistemin temel amacının çocukları İmam-Hatip ortaokullarına ve liselerine yönlendirmek olduğu konusundaki kuşkuların gerçek olduğu kısa süre içinde yapılan uygulamalarla anlaşıldı. Çocuğunu İmam-Hatip okullarında okutmak istemeyen velilere tek bir seçenek bırakıldı: Çocuklarını özel okula göndermek!    

Bu nedenle, vardığımız nokta açısından şuna inanıyorum: AKP’nin eğitimde iki ana politikası vardır: Eğitimde özel sektörün payını artırmak ve eğitimi dinselleştirmek. Eğitimin dinselleştirilmesinde adrese dayalı kayıt sistemi bir manivela olarak kullanılmıştır. Buradan kaçan veliler özel okullara yönlendirilmiştir. AKP açısından aslında bu durum bir kazan-kazan--win-win durumudur: Veliler çocuklarını İmam-Hatiplere kaydederse, ne ala; “win.” Kaydetmez de özel okula kaydederse, yine ne ala; ikinci “win!”

Oysa ilginç bir durum daha var! Galiba adrese dayalı sistem eğitimin dinselleştirilmesi konusunda yeteri kadar işe yaramadı, çünkü ısrarla milli eğitim sistemi içinde DİB’nin etkisi ve dinci politikaları uygulayabilecek bürokratların sayısı artırılmaya çalışılıyor. Türkçe karşıtı olacak kadar dinci, söylemleriyle radikal görünen bir  bakan yardımcısının bakanlığa atanması rastlantı olmasa gerek. 

- Hocam daha güncel bir konuyu da sormak istiyorum. Zamanında yapılmayan eğitim şurası birden neden yapıldı sizce?

Bütün bunları yan yana koyduğumuzda aklıma bir kuşku daha takılıyor. Zamanında toplanmayan, gecikmeli yapılan Milli Eğitim Şurası’nın gerçek amacı sadece bir kararı meşrulaştırmak olmasın? O da 4-6 yaş çocuklarına dini eğitimin verilmesi. Çünkü, bayram değil seyran değil bu şura niye toplandı. Şura’da 124 karar alınmış. Bu kararların tamamına baktım; hepsi “-cek, -cak”lı cümlelerle dolu. Size garanti ederim, o kararların hiçbiri uygulanmayacak, birisi hariç: 4-6 yaş arası çocuklara din eğitimi verilmesi! Eğitimin dinselleştirilmesi dolu dizgin devam edecek. İlahiyatçı bir din dersi öğretmenin bakan yardımcılığına getirilmesi de bunun bir parçası. Üstelik bu kişi bayağı da aşırı, aykırı görüşlere sahip. Arapça’yı Türkçe’nin yerine geçirmeye çalışan bir kişi. Öğrencileri Arapça konuşmaya mecbur bırakan bir radikal. Böyle durumlarda troller “ne sakıncası var, din düşmanı mısın” diye yazarlar. Din düşmanı değiliz. Doğruyu konuşmamız gerekli. 

Şöyle ki, ülkemizde katı, sert, müsamahasız dindarların oranı bence %10’u geçmez. Şu anda çokça fazla paylaşılan Metropoll’ün bir araştırması var, Ekim 2021’de yapılmış. “Çocuğunuzu tarikatların, cemaatların işlettiği bir yurda gönderir misiniz” sorusuna “asla” yanıtını verenlerin oranı %82, “kesinlikle gönderirim” diyenlerin oranı %7. Ben oranı abartarak %10 diyeyim. Böyle bir ülkede nüfusun %90’ına hitap etmesi gereken bir eğitim sistemi silme dinci politikalara inanan bürokratlarla dolduruluyorsa ilk hasarı kuşkusuz geleceğimiz olan çocuklarımız alacaktır. %90’ın vergileriyle desteklenen bir sistemi %10’un siyasal ve ideolojik beklentilerine göre şekillendirmek hiç de demokratik, hiç de adil değil.

- Hocam sizin bir kitabınızın isminden hareketle bir soru sormak istiyorum. Türkiye’de devlet okulu neden hedefte?

AKP’nin eğitim politikasının iki ana eksen üzerine oturduğu analizini yaptıktan ve bu stratejinin doğruluğuna ikna olduktan sonra 2018 yılında “Türkiye’de Devlet Okulu Neden Hedefte: Neo-liberal ve Neo-muhafazakar Taktikler” başlıklı bir kitap yazdım. Başlıktaki iddiam hala geçerli: Türkiye’de bildiğimiz, hepimizin gittiği, tali kusurlarını bildikleri halde velilerin çocuklarını gönderdikleri “devlet okul” sistematik bir yıpratma kampanyasının hedefi yapılmıştır. “İmam-Hatip okulları” tek devlet okulu seçeneği olarak bırakılmakta, bu seçeneğe ikna olmayanlar ise özel okullara yönlendirilmektedir. Şunu da eklemekte yarar var: Türkiye gibi 80 milyondan fazla genç ve dinamik nüfusa sahip bir ülkede, belirli ölçütlerde modernleşmiş, dünya ile bütünleşmiş tek İslam ülkesi olan Türkiye gibi bir ülkede ulusal eğitim sisteminin iki seçenekli bu yola mecbur bırakılması kesinlikle bir felakettir. Ülkenin geleceği tehlike ve tehdit altındadır. Sayın Cumhurbaşkanı da zaten zaman zaman “en başarısız olduğumuz alan eğitim” diyerek bilmeden de olsa bu durumu tescil etmektedir.

- Hocam tüm bunlar olurken öğretmen emeği nasıl bir dönüşüm geçirdi?

Öğretmen emeği ucuzlatıldı, üstelik de şeytani yöntemlerle!

Zaman zaman AKP politikalarına yön verenlerin gerçekten çok cin fikirli zekiler olduğunu düşünüyorum. Şimdi dile getireceğim mekanizmaya bakar mısınız? Halkın ve öğretmenlerin aleyhine ama arkasındaki şeytani zekaya şapka çıkarmaz mısınız?

Sistemde özel okulların payını artırmak istiyorsunuz. Bir işletmenin en önemli girdi kalemi olan personel maaşları konusunda özel sektöre bir çıkma yaparsanız sektör daha hızlı büyür. Bunun için öğretmenin ucuza çalıştırılması, dolayısıyla sektörün hızla büyümesi lazım.

Ekim 2015’te Hürriyet Gazetesi’nde YÖK yürütme kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Şişman’la yapılan bir söyleşi yer alıyor: 

Pedagojik formasyon eğitim programlarından sertifika alan herkesin öğretmen olarak atanmayı düşünmemesi gerektiğini belirten Şişman, "Çünkü bunu yetişkin eğitimi programı olarak düşünürsek, insanların pedagojik formasyon yani eğitimle ilgili konularda, 'ana-babalık becerilerini geliştirme programı' olarak da tanımlanabilir. Pedagojik formasyon eğitimi, sadece bir öğretmen istihdam etme aracı olarak değil, kişisel gelişim programı olarak tanımlanabilir" diye konuştu ( https://www.hurriyet.com.tr/egitim/pedagojik-formasyon-egitimine-yeni-standartlar-gelecek-30309451 ).

Bu açıklamayı takiben YÖK öğretmenlik sertifikası programlarına ilişkin olarak üniversitelere kontenjan vermeyi durdurdu ve kararı üniversite rektörlüklerine bıraktı. Barajın kapağı aniden açılmıştı! Üniversiteler sertifika programları açmaya adeta hücum ettiler, çünkü ucunda öğrenci başına 2,300 TL gibi tatlı bir para vardı. Bazı üniversitelerde Eğitim Fakültesi dekanlıklarının gönderdikleri kontenjan talepleri rektörlüklerde üzeri çizilerek iki üç katıyla açıldı. Adını vermek istemediğim köklü bir üniversitede Eğitim Fakültesi’nde okuyan toplam öğrenci sayısının %50 fazla sayısında pedagojik formasyon programı açıldı. Bir batında 4,000 öğrenci kabul eden üniversiteler oldu! Sonuçta 1,5-2 yıl gibi kısa bir sürede sisteme 400,000 yeni öğretmen adayı daha katıldı. Her taraf pedagojik formasyon sertifikalı öğretmen adaylarıyla doldu.

Bu durumu gören bazı özel okullar ve özellikle dersanelerden dönüşmüş okullar öğretmen adaylarına asgari ücreti bile fazla görerek istihdam ettiler, bazıları bu işsiz adaylara karın tokluğuna çalışıp öğretmenlik tecrübesi edinmeyi önerdi.

Ekonominin şaşmaz ilkesi bir kere daha çalıştı: Piyasada miktarı artan malın değeri düşer! Bu yolla öğretmenlik mesleğinin değeri Suriyeli’lere ihtiyaç kalmadan 1-2 yılda yarı yarıya düşürüldü.  O günden beri öğretmenlik mesleği hala belini doğrultabilmiş değil.

- Hocam sizin çizdiğiniz bu tablodan hareketle eğitimde acilen ne yapmak gerekiyor?

Devlet okulu ayağa kaldırılmalıdır!

Söyleyeceklerim yine yönetimle ilgili. Türkiye’de acil yapılması gereken işlerden bir tanesi ağır yara almış eğitim sistemini ayağa kaldırmaktır. Öncelik de devlet okuluna verilmelidir. Devlet okulu hızla ayağa kaldırılmak, yurttaşların vergileriyle desteklediği bu kurumlar yine onlara ve onların çocuklarına hizmet eder hale getirilmek zorundadır. Her yurttaş okul öncesinden başlayarak lisenin sonuna kadar çocuğunu, aklında hiçbir soru işareti kalmadan mahallesinin okuluna, üstelik herhangi bir ücret ödemeden gönderebilmelidir.

Devlet okullarında uygulanan örtük öğrenim ücreti hemen kaldırılmalıdır. Örtük öğrenim ücreti ne? Her kayıt döneminde Milli Eğitim Bakanı dahil tüm eğitim otoritelerinin ve hükümet temsilcilerinin olmadığını iddia ettikleri ancak her okulda çatır çatır alınan “bağışlar.” Talep gören bazı devlet okullarında alınan bağışlar o ildeki özel okulların bazılarının öğrenim ücretlerinden bile daha fazla. Kafamızı kuma gömmenin gereği yok; devlet okullarında “örtük” öğrenim ücreti alınmaktadır. 

Okullar arasındaki eşitsizlik

Türk eğitim sisteminin en acil sorunlarından birisi okullar arasındaki eşitsizliktir. Bu durum PISA TIMMS gibi bütün uluslararası sınavların sonuçlarıyla da her defasında kanıtlanmaktadır. 

Türk eğitim sisteminde Singapur düzeyinde başarılı okullar varken dünyanın eğitimde en kötü performans gösteren ülkelerinin okulları kadar niteliksiz okullar da var. İşin ilginç yanı, bu niteliksiz okulların sayısı Singapur düzeyindeki okulların sayısının kat kat üstünde. Türkiye’nin uluslararası sınavlarda başarısını aşağı çeken bu çok sayıdaki niteliksiz okuldur. Bölge eğitim valiliklerini bir anlamda da bunun için önerdim. Bu yapının ilk işi bölgelerindeki okullarına el atmak, okullarını ciddi ve kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmak, 3-4 yıllık bir plan dahilinde onları belirli bir düzeye getirecek uygulamaları başlatmak olmalıdır. Çünkü okullar arasındaki eşitsizlik öğrenciler arasında eşitsizlik demektir. Dünyanın gelir adaleti en bozuk ülkelerinden biriyiz, dolayısıyla eğitimdeki eşitsizliğin kaynağı da bu ekonomik ve toplumsal eşitsizliktir. Buna rağmen, eğitimde ülkenin ekonomisinin düzelmesini beklemeye tahammülümüz yoktur. Ekonomiyi düzeltecek olanlardan birisi de zaten insanınıza verdiğiniz eğitimdir. Kalacaksa bu iktidar, ya da ilk gelen iktidar son yirmi yılın tahribatını giderebilmek için devlet okulunu ayağa kaldıracak acil önlemler almalıdır. Eşitlenmiş okulların olduğu bir eğitim sistemini hedeflemek zorundayız.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları