Sonsuzluğa yolculuk...

24 Ocak 2016 Pazar

Önceki akşam bir kanaldan ötekine geçerek ana haberleri izlemeye çalışıyorum. Yahu biri, içlerinden biri, Tahsin Yücel adını ansın, edebiyat dünyamızın, düşünce dünyamızın, eleştiri dünyamızın bu büyük kaybı üzerine birkaç tümce söylesin diye... Yok! Boşuna... (Deli miyim neyim, beklentime bakar mısınız! Hâlâ nasıl bir toplumda yaşadığımızı anlamamakta inat ediyorum.)
Tahsin Yücel... Boşluğu doldurulamayacak bir değer. Eleştirmen, eğitmen, öykü, roman, deneme yazarı, çevirmen, dilbilimci... Cumhuriyet aydını. Bir usta!
Yüzündeki utangaç, afacan gülümseme, ironiyle öngörü arasında gidip gelir... O gülümseme zekâsını ortaya kor.
Coşkusunu, sevincini denetler, soğukkanlılıkla, inatla, ödün vermeksizin aydınlatmacılığını sürdürür... İlkelerinde ve düşüncesinde tutarlı... Tam bir beyefendi.
Gözümün önünde: Sanat Dergisi odamızda günler boyu biz “gençlerle” edebiyatın, eleştirinin sorunlarını paylaşıyor... Söz hiç bitmesin isterdim...

‘Gökdelen’
“Gökdelen” romanında Cumhuriyetin 150 yılındaki 2073’teki İstanbul’unu (Türkiye’sini) anlatıyordu. Kuruluş ilkelerinden uzaklaşıp nasıl başka değerlere yöneldiğini: üniversiteden hastanelere, yargıçlardan savcılara, limanlardan yollara her şeyin satıldığı ve özelleştirildiği bu gelecekte, ulusal bayramlar kaldırılmıştır, hukuk da özelleştirilmiştir. Doğa, orman, toprak, tarım, ekmek tükenmiştir. İnsanlar yapsatçıların kuklasıdır: Hayret edilecek biçimde günümüz insanlarına benzerler. Bir bölümü “Gökdelen insanları” olup her şeye tepeden bakarken, büyük bir çoğunluğu da “Yılkı adamları”dır. Hani işe yaramayınca dağlara, tepelere bırakılan atlar, katırlar gibi...
Sevgili Tahsin Yücel. Siz haykırdınız. Yazdınız. Bıkmadan, usanmadan söylediniz... Romanlarınızla, öykülerinizle, eleştirilerinizle söylediniz. Şimdi yokluğunuzun acısına, özlemin yanı sıra artık bunları söyleyeceklerin giderek azalması da katılıyor, çaresizliğimiz de...

Mustafa Koç
Ne çok ve ne güzel, ne muhteşem şeyler yazıldı Mustafa Koç için. Hepsi içtendi, doğruydu.
Ben onu, “işadamı” ya da “Vehbi Koç’un torunu” olarak tanımadım.
Ben onu İzmirli sevdiğim bir ailenin kızını alınca tanıdım. Ben onu, kadın sorunlarına emek verdiğim onca yılda, iş ve ekonomi dünyasının gözlerini kadın sorunlarına çevirmesine aracı olduğu için sevdim...
Ben onu, onca “iş ve güç” arasında sanata ve kültüre verdiği önem için sevdim...
Ben onu, Gezi olaylarında vicdanın sesi olduğu için sevdim... Ben onu, onca sorumluluk arasında kendisini hiç ama hiç önemsemediği; önce insan olduğu ve yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmadığı için sevdim.
Işık içinde uyusun. Tüm ailesine sabırlar diliyorum.

Vurulduk ey halkım
“Sağcılıktan solculuktan vazgeçtik; önce ciddi bir devlet gerekiyor. Reformdan, devrimden vazgeçtik; evet, doğru; şu kan selini durduracak bir devlet arıyoruz...” dedin.
“Bir toplumu ayakta tutan temel dayanaklardan biri, adalet duygusudur. Bu duygu bir kez yara aldı mı, demokrasinin temelleri de sarsılmış demektir” dedin.
“Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız...” dedin.
Özgürlüğün, demokrasinin sağlanması için verdin tüm mücadeleni. Bugün 24 Ocak, “Vurulduk ey halkım, unutma bizi.”
Unutmadık seni Uğur Mumcu. Mücadeleye devam.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları