Soygun düzeni ve faşizm el ele yürür

15 Mayıs 2016 Pazar

Bob Wilson ve Berliner Ensemble’dan ‘Üç Kuruşluk Opera’
Dakika bir, gol bir! Daha ilk anlardan, bu “Üç Kuruşluk Opera”nın bundan önce izlediğimiz ya da bildiğimiz üç kuruşluk ya da beş paralık operalara hiç benzemeyeceğini anladık. Bu Robert Wilson’un operasıydı. Minimalizmin doruğa taşındığı bir “operaydı”. O yalınlıkla, görkeme ulaşılan bir gösteriydi. Şaşırtıcı görselliğin, düşünce zenginliğine dönüşebildiği bir eserdi...
Bertolt Brecht-Kurt Weill’in ünlü eseri (1929) Robert Wilson’un yorumu, sahne ve ışık tasarımı ve Berliner Ensemble’un muhteşem oyuncularıyla 10 yıldır, dünyayı dolaşıyor. Sonunda İstanbul’a geldiler. Önceki akşam 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin onur ödülünü, Bülent Eczacıbaşı, Brecht’in “yuvası”sayılan Berliner Ensemble’a verirken, millet ayağa fırlamış 67 yıllık bu saygın kurumu alkışlıyordu.

Sermaye-kara para-ahlak
Brecht’in oyunu kapitalizmin amansız bir eleştirisidir. “Mülkiyet” “sermaye”- “kara para”- “emek” - “suç”- “ahlak” -“hırsızlık” üzerine eğlenceli bir derstir. Kapitalist düzen ile yeraltı suç dünyası arasında paralellik kurar. Erki elinde tutanların bu düzenden nasıl yararlandıklarını gösterir...
Polis müdürlerinin, yöneticilerin, savcı ve hâkimlerin alınıp satıldığı, çürümüşlüğün, yozluğun, yalanın, soygun ve talanın egemen olduğu bir düzenin savunucuları, en kısadan ve çok sık iki şeye sarılır: Biri şiddet ve savaş , öteki “ahlak”! (Kimse çağrışım kurup suç duyurusunda bulunmasın. Ben değil Brecht söylüyor. )
Sık sık ahlaktan dem vururlar ki, soygunları sorgulanmasın. “Önce ekmek, ardından ahlak gelir” desturunu unutmuşlardır. Yoksulun payını vermeyenlerin açları suçlaması çok kolaydır. Brecht bunu da vurgular!

Bir Büyücü: Robert Wilson
Tiyatro dünyasında yeni bir çığır açan Robert Wilson’la New York’taki stüdyolarında (Watermill’de) çalışma olanağı bulmuştum. Mimar, ressam, tasarımcı, “Okumaz ama yazar ve çizer”, estetik ve plastik bilimci bir büyücü o.
Müziği, tiyatroyu, dansı, devinimi, mimariyi bir arada yoğurarak bütüncül tiyatroya ulaşıyor. Onun elinde beyaz bir kâğıt parçası, kanat çırpan bir güvercine dönüşüyor, görünmezi görünür kılıyor.
Konuşmalarımızdan bir satırbaşı: “Tiyatro bir algılama olayıdır. Yazarın, yönetmenin, oyuncunun değil, izleyenin sorumluluğunda olan bir algılama”.

Revü-kabare
Önceki akşam daha ilk andan kendimi Weimar Almanya’sının kabare dünyasında buldum. Kabare, sirk, revü, oyun dünyası...
Sahnedeki neon ışıklar “Gelin eğlenceye katılın!” diye neredeyse çığırtkanlık yapıyordu. Daha ilk andan sonuna dek seyirciye, görmenin ve duymanın sonsuzluğunu, sınırsızlığını verirken ona seçim özgürlüğü de tanıyordu.
Kurt Weil’in müziğini yorumlayan 9 müzisyen. Birbirinden usta şarkıcı-oyuncuların canlandırdığı kişiler: Tebeşir beyazı yüzler, kapkara gözler. Mimikleri büyüten “gestus”. Korkuluk, kuklayı andıran beden dili... Abartılı saçlar, makyajlar. Silueti vurgulayan giysiler... Grotesk görüntüler, gölgeler...
Daha ilk resmigeçitte bu insanların adeta içlerinin boşaltıldığını, birer gölgeye dönüştüklerini, (sanki üç değil iki boyutlu) dönen çarkların dişlileri arasında birer vida, birer kukla olduklarını hissettik... Sesleri de öyleydi. Adeta 1920’lerden gelen seslerdi. Ve nasyonal sosyalizmin “zaferi” yakındı!

Işık-renk ve gölgeler
Sahnede ışık, renk, gölgeler, mekânı her an yeniden yaratıyordu.
Sesler çok önemliydi: Para şıngırtısı, kelepçe, demir parmaklık sesi, rap rap darbe sesi, göze görünmeyen perde çekme sesi...
Tüm oyuncular mükemmeldi. Angela Wimkler (Jenny), Stefan Kurt (Sustalı Mack) ve ikili düette Johanna Griebel (Polly) ile Dorothée Neff (Lucy) unutulmazdı.
Hiç bitmese diye yakardığım bir geceydi!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları