Erinç Yeldan

Ne yapmalı?

27 Haziran 2018 Çarşamba

Seçim sonrası... Türkiye ekonomisi yaklaşık altı çeyrek dönemdir pompalanan büyüme yorgunu; makroekonomik dengeler yerinden oynamış; durgunluk ve daralma gereği artık ciddi bir tehdit oluşturmakta. 2018’in ikinci yarısında ulusal ekonominin makroekonomik istikrara kavuşturulması ve dengelerinin yeniden tesis edilmesi için neler yapılmalı? IMF ile ya da IMF’siz...Önce tahribatın boyutlarını özetle anımsayalım:
Ekonomik büyümede son veri yüzde 7.4; ulusal ekonominin potansiyel büyüme olanaklarının çok üstünde gerçekleşmiş konumda. Hemen hemen tamamen iç talebe dayalı olan bu sürecin ana maliyeti enflasyon, artan risk payı ve döviz kurunun pahalılaşması. Türkiye’nin enflasyon oranı karşılaştırılabilir kalkınmakta olan ülkeler arasında en yüksek düzeyde: tüketici fiyatlarında yüzde 12.2; üretici fiyatlarında ise yüzde 20.2. Üretici fiyatlarındaki yüksek enflasyon nedeniyle, maliyet enflasyonuna dayalı fiyat baskısının yakın dönemde tüm ekonomiye yayılarak, enflasyonist beklentileri de kötüleştireceği kaygısı yaygın.
Tahvil faizleri (gösterge niteliğinde) yüzde 20.2 düzeyinde. Enflasyon düzeyi ile karşılaştırıldığında (özellikle üreticiler açısından) reel anlamda Türkiye’nin faiz düzeyinin aslında son derece düşük olduğu anlaşılıyor. Nitekim özellikle konuta yatırım talebine dayalı spekülatif büyüme açısından bu gözlem son derece önemli.
Türkiye’nin dış açığı (cari işlemler açığı) 2018’in ilk beş ayında 22 milyar doları buldu. 12 aylık bazda 57 milyara ulaşıyor. Bu rakam milli gelirimize oran olarak yüzde 6.5’e yükselmiş durumda ve merkez bankası rezervleri ile karşılaştırıldığında ulusal ekonomide ciddi bir dış kırılganlık göstergesi olarak anılmakta.
Cari işlemler açığının finansman biçimi dış borçlanma olarak sürdürülmekte. Türkiye’nin dış borç stoku 2017 sonu itibarıyla 453 milyar dolara ulaştı. 2003 başında toplam dış borcumuz 129 milyar dolar idi. Dolayısıyla Türkiye son 15 sene içerisinde dış borçlarını dolar bazında üç misli artırdı. Bu artışın neredeyse tamamı ise özel sektör ağırlıklı oldu. Özellikle finans dışı özel şirketler kesimi son on yılda dış borçlarını milli gelire oran olarak yüzde 30 puan artırdı. Buna ilaveten, merkezi yönetim dış borç stoku 89 milyar dolar; iç borç stoku ise 556 milyar TL’ye ulaştı. Kamu artı özel sektör borcu bir arada düşünüldüğünde, Türkiye kalkınmakta olan ülkeler arasında milli gelirine oran olarak en hızlı borçlarını arttıran ülke olarak göze çarpıyor.
Dış borçlanmaya ve ithalata dayalı üretim, yurtiçinde güçlü katma değer yaratmıyor. Bunun sonucu olarak işsizlik oranı yapısal biçimde yüzde 10-12 platosuna sabitlenmiş gözüküyor. Genç işsizlik oranı ise yüzde 20’yi aşmış durumda.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinde istikrarsızlık ve kırılganlık göstergelerinin büyük çoğunluğu kamu sektöründen değil, özel sektörün ithalat bağımlılığına dayalı aşırı dış borç talebiyle ilintili gözüküyor.

***

Bu koşullar altında gerek IMF’nin, gerekse ana akım iktisat kuramlarının kemer sıkmaya dayalı, kamu sektörünü daraltıcı ve yurtiçinde emek gelirlerinin baskılandırılmasına yönelik geleneksel istikrar reçetelerinin geçersiz, hatta ulusal ekonomideki durgunluğu daha da derinleştirici unsurlar taşıyacağını görmemiz gerekiyor. Türkiye, aynı Arjantin ve 1997’de krize sürüklenen Asya ülkeleri gibi, özel sektörün kuralsızlaştırılmış aşırı borçlanmaya dayalı birikim ve tüketim kararları sonucunda makroekonomik dengelerini yitirmiş gözüküyor.
IMF’nin Vaşington’daki seminer odalarında kurgulanan hayali kapitalizm modellerinin büyüsüne kapılmadan, Türkiye’nin özgü koşullarına dayanan makro istikrar reçetelerini cesaretle kurgulamak gerekiyor, gerektiğinde aykırı düşünmekten korkmayarak. Unutmayalım ki 2001 krizi IMF programının yanlış ya da eksik uygulanmasından değil, bizzat harfiyen uygulanmasının sonucuydu. Önümüzdeki günlerde ana akımın büyülerine ve dogmalarına kapılmayan iktisatçılara çok iş düşecek. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları