Asırlık efsane

21 Haziran günü, Kaliforniya’nın Berkeley kentinde, büyük bir çınar son nefesini verdi.

Yayınlanma: 05.08.2019 - 23:20
Abone Ol google-news

 

21 Haziran günü, Kaliforniya’nın Berkeley kentinde, büyük bir çınar son nefesini verdi. Amerikalı sanat tarihçi Peter Selz, dinlendiği bir yaşlılar evinde vefat ettiğinde, Amerikan sanat dünyasına en az 70 yıl boyunca yön vermiş, sayısız unutulmaz sergi, kitap ve makaleye imza atmış tam 100 yaşında bir efsaneydi. Kendisinden önce, Amerikan soyut resmine damga vurmuş Clement Greenberg ve halen yaşayan ona göre “genç” yazar 84 yaşındaki Donald Kuspit, Doğu yakasının, New York’un efsaneleri oldular. Peter Selz ise, 1958-1964 arasında, dünyanın en önemli sanat kurumu, New York Modern Sanat Müzesi MoMA’nın Resim ve Heykel bölümünü yönetmiş, tarihe geçen sergiler düzenlemişti. Ardından 1965’te kurulan Berkeley Sanat Müzesi’ni sıfırdan ele alıp, Batı yakasının sanat ortamına altın harflerle adını yazdıran bu kalıcı esere imza atmıştı.

Külleri yakın arkadaşının yanında
Naaşı yakıldıktan sonra, külleri yakın arkadaşı ünlü Amerikan soyut sanatçı Sam Francis’in mezarının yakınında almış olduğu ebedi istirahatgâhının üzerine serpildi. Ölümünden kısa süre önce, 2 Nisan günü yapılan bir törenle 100. yaş gününü kutlamıştı. Berkeley’de müze yetkilileri, sanatçılar, arkadaşları, yazarlar herkes geldi o buluşmaya. Tam 31 Mart seçim günlerimize denk geldiği için, çok arzu etmeme rağmen bu buluşmaya katılamamıştım. Aynen 23 Haziran seçim nedeniyle ölümünde de törene katılamadığım gibi...

Peter Selz ile yollarımız kesiştiğinde 27 yaşında, “canlı kalmak için çarpışan” genç bir sanatçıydım. 35 yıl ve 10 gün öncesine dönelim, 30 Haziran ve 1 Temmuz 1984 tarihine. Daha sonra 1994’te yayımlanan “Maymunların Resim Yapma Hakkı” kitabımı veya gençlik otobiyografimin 2. cildi “Sonsuz Okyanus”’u okuyanlar, bu konunun detaylarını zaten biliyorlar. O günlerde San Francisco Modern Sanat Müzesi’nde “İnsanlığın Koşulları” başlıklı yeni dışavurumculuk hakkında “sözde uluslararası” bir sergi açılıyordu. Küratörlüğü üstlenen müze müdürü ve yardımcısı inanılmaz bir ırkçılıkla, “Ortadoğu veya Yakındoğulu sanatçıların zaten böyle bir sergiye giremeyeceğini ama isterlerse birleşip küçük bir galeri kiralayıp orada sergi açabileceklerini” ifade eden skandal bir mektuba imza atmaktan çekinmemiş, konu alevlenmişti. Sanat tarihine “San Francisco Manifestosu” olarak geçen 2 sayfa olarak davetlilere müze önünde ve ertesi gün büyük panelde dağıttığım ağır uyarı, Batı sanat düzenini modern ve çağdaş sanat tarihini sürekli olarak 5-6 ülke arasında tutmakla suçluyordu. Panelde, müze müdürü panik içinde konuyu bir anlaşmazlığa bağlayıp, dünyanın en önemli eleştirmenleri önünde kendini özür dileyerek kurtarmaya çalışmıştı. Bu tarihi sanat efsaneleri arasında Amerika ve Kaliforniya’nın tek yaşayan devi, Alman Ekspresyonizm tarihini başından yazarak dünyaya tanıtan en büyük eksper Peter Selz vardı.

Hikâyenin bu kısmını mecburen kısa keselim. Aradan bir yıl geçtikten sonra, Selz’in bu sefer Berkeley Üniversitesi’nin Sanat Tarihi bölümündeki odasına baskın yapıp, yanıt alamayınca bir not bırakmıştım, Manifesto’yu hatırlatarak, fazla da ümit bağlamadan. Ama iki gün sonra beni aradı ve inanılmaz bir şekilde randevu verdi. “Demek sensin o Manifesto’yu dağıtan” diye heyecanla beni oturtmuştu karşısına. Arkasından Amerikan sanat dergilerinde, sergi kataloglarımda hakkımda en çarpıcı makaleleri yazmakla kalmadı, benim için çok daha önemli olan “Doğu-Batı uçurumu ve kültür emperyalizmi” ve “sanat tarihini oldu bittiye getirmek” tezlerim konusunda en yetkin isim olarak haklılığımı tescil etti. Hele aradan 12 yıl geçtikten sonra “Ana Akımların Ötesinde” başlıklı kitabında, Ferdinand Hodler, Max Beckman, Sam Francis, Alman Realizmi, Chicago Modernizmi, Eduardo Chillida, Rupert Garcia gibi konu başlıklarından sonra o kitabı benim hakkımda bir bölümle bitirerek Amerikan sanat ortamının bu konudaki vizyon darlığını vurgulanması ve gelecek kuşaklara bu son makaleyle bağlanması, hakkımda söylediği mahcup edici sözlerden çok daha önemliydi. 80’ler ve 90’larda Batılı sanat tarihçilerinin gerek bizim gerek diğer gelişmekte olan ülkelerin sanatçılarına karşı ördükleri duvarların yıkılması açısından bunlar tarihe geçen kilit hamlelerdi. Umarım insanlar bunun daha da farkına varacaklar...

Ömür boyu arkadaş kaldık
Peter’la ömür boyu arkadaş kaldık. 1987’de ABD merkezli yaşamım bittikten sonra da, Amerika’ya ister sergi açmak, ister gezmek için her gittiğimde kendisini hep ziyaret ettim, o bilge insanla sohbet doyulmaz bir zenginlikti. Büyük kıtada sanki öz amcam ya da dedem gibiydi. Eşi Carol ile Sibel’i ve beni o muhteşem modernist villasında her ağırladıklarında her saniyeyi dondurmak isterdim o mütevazi samimiyet karşısında.

Peter, ömrünün son gününe kadar sergiler düzenlemeye, kitap yazmaya, makale yazmaya devam etti. Rahmetli babamın deyimiyle sanki onun da “Tanrı ile 1000 yıllık kontratı vardı”
Kendisini sanatla ilk tanıştıran, sanat tacirliği yapan dedesiydi. 1934 yılında, 15 yaşındayken bir Alman polis karakolunda en ünlü Alman Dışavurumcu ressamlara ait eserlerin dejenere sanat diye toplanıp birbirinin üstüne yığılmış, perişan halini görüp şoke olmuştu. Dünyanın en büyük Alman dışavurumculuğu eksperi ve tarihçisi belki de o anda doğmuştu.
San Francisco Manifestosu, iki yıl önce, sanat dünyasına yön veren en önemli 100 manifestodan biri olarak İngiltere’de Penguin Yayınları tarafından çıkarılan “Biz Neden Sanatçıyız?” (Why are we artists?) kitabında yer almıştı. En büyük üzüntüm kendisini Türkiye’ye getirecek fırsatı yaratamamış olmak.

Şimdi Peter, belki o sürekli âşık olduğu güzel kadınları temsilen hurilerin eşliğinde, cennette büyük sergilerini açtığı Rothko ile, Rodin ile, Nathan Oliveira ile kahkahalarına ve sanat tartışmalarına devam ediyordur... Hem de artık zaman kısıtlaması olmadan!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler