Bir baba, bir araştırmacı, bir güzel insan: Ahmet Say

Araştırmacı, ödüllü bir edebiyatçı, müzik yazarı... Ahmet Say için pek çok tanımlama yapmak mümkün. Fazıl Say'ın babası olması da bunlardan biri, zira onu keşfeden de Say. Bugünlerde Tiyatro Kumpanyası onun öyküsünden uyarlama bir oyunu sahneye taşıyor. Biz de Ahmet Say'ın kapısını çaldık...

Yayınlanma: 09.03.2014 - 10:11
Abone Ol google-news

Ahmet Say kısaca tanıtılacak olduğunda, “Fazıl Say'ın babası” dense de, herkes biliyor ki o bundan çok daha fazlası. Türkiye'nin değerli bir müzik araştırmacısı. Konservatuvarlarda, üniversitelerin müzik bölümlerinde temel eser olarak okutulan müzik kitaplarının yazarı. Çeşitli ödüller kazanan beş edebiyat eserinin sahibi. Hatta yazdığı öykülerden biri olan “İpek Halıya Ters Binen Kedi”, yönetmen Yücel Erten tarafından tiyatroya uyarlandı ve Tiyatro Kumpanyası tarafından sahneleniyor... Oyunu, 11 Mart Salı  20:30 Ataköy Yunus Emre K.M. Turhan Tuzcu Salonu, 18 Mart Salı 20:30 Kozzy G.Özcan-G.Ülkü Sahnesi, 24 Mart Pazartesi 20:00 Ankara Şinasi Sahnesi ve 27 Mart Perşembe 20:30 Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi'nde izleyebilirsiniz. Ama önce Ahmet Say'a kulak verin...

-İlk baskısı 1982’de çıkan “İpek Halıya Ters Binen Kedi” adlı epik öykünüz, geçen ay yönetmen Yücel Erten tarafından tiyatroya uyarlanarak, “7000 Yıllık Uçan Halıya Ters Binen Hırcar” adıyla Tiyatro Kumpanyası tarafından sahneleniyor. Ne hissettiriyor bu size? Nasıl buldunuz oyunu?

Kırklı yaşlarımda yayımlanan bu uzun öyküyü, aslında epik bir tiyatro eseri olarak yazmayı tasarlamıştım. Ama tiyatro yazarlığında donanımım olmadığı için o işe girmedim. Sağ olsun, şimdi Yücel Erten başardı bunu. Fazıl’ı da yanına alıp ona müzikler yazdırdı. “Tiyatro Kumpanyası” adlı topluluk ise çok yetenekli arkadaşlardan oluşuyor. Oyun geniş ilgi görüyor. Bu konuda daha ne istenir şu yaşta?

-Şimdi de biraz geçmişe dönelim; siz de oğlunuz gibi küçük yaşta piyano çalmaya başladınız, konservatuvar eğitimi alıyordunuz, ancak sonra bıraktınız. “1950’de konservatuvarı terk etmeseydim” dediğiniz oluyor mu?

Hayır, hayıflanmıyorum. Bir yandan lisede okurken bir yandan da konservatuvar öğrenimini sürdürmek olanaksızdı. Konservatuvarı bıraktım, ama müzikle olan bağımı yaşamım boyunca bırakmadım.

-Bırakmamak da ne kelime, şu anda konservatuvarlarda, üniversitelerin müzik bölümlerinde temel eser olarak okutulan müzik kitaplarının yazarısınız...

Liseyi bitirdikten sonra, 1954’te Almanya’ya gittim. Orada gazetecilik öğrenimi gördüğüm 1954-60 yılları arasında değerli bir müzikbilimci ve orkestra şefi olan Kurt Köhler’in evinde pansiyoner olarak kalırken onun özendirmesiyle bir yandan da müzikbilim üzerine temel bilgiler edindim. Yurda dönünce Bingöl’ün bir dağ köyünde üç yıl köy öğretmenliği yaptım. Bu yıllarda yörenin halk müziğine eğildim, derleme gezilerine çıktım. Daha sonra Erzincan’da halk eğitim uzmanı olarak görevlendirildiğim dönemde ise halkbilimin hemen bütün dallarıyla iç içe oldum. 1980’den sonra müzik yazarlığına yöneldim. Cumhuriyet’te haftalık müzik yazıları yazdım. Ayrıca, Türkiye’nin profesyonel müzik eğitiminde eksikliğini gördüğüm “Müzik Tarihi”, “Müzik Teorisi”, “Müzik Sözlüğü”, “Müzik Öğretimi”, “Müzik Ansiklopedisi” gibi kitaplar hazırladım.

- Bu süreçte, kültür tarihimizde önemli yeri olan birçok sanatçı ve siyasetçiyle birlikte çalışmalarınız da oldu; Cemal Süreya, Orhan Kemal, Deniz Gezmiş, Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner, Fikret Otyam... Size bu dostluklardan neler kaldı?

Çok yönlü etkiler kaldı: Cemal’den “yeni bir söz getirme” gerekliliğini, bir de edebiyat dergiciliğini öğrendim. Yazarlıkta beni yüreklendiren ve yazma sanatında “açık seçik anlatım”ı öğütleyerek bana yol gösteren Orhan Kemal’dir. Deniz Gezmiş, tarih boyunca bütün dünyaya örnek olacak militanlardan biridir. Mihri Belli, uluslararası değerde, derin kültürü olan, yılmaz bir sosyalisttir. Sosyalizm kavgasını yurdumuzda uzun yıllar sürdüren, bu yolda her türlü eziyeti göze alan Reşat Fuat, babamın arkadaşlarındandı. Fikret Otyam ise yüreği Anadolu insanı için çarpan sanatçı olarak beni de çok etkilemiştir.

-Bingöl'ün sizin hayat deneyimlerinizde ayrı bir yere sahip olduğunu, daha önceki röportajlarınızdan biliyorum. O günlere dair aklınızdan çıkmayan bir anınız var mı?

Bingöl’ün bir dağ köyü olan Göriz’de öğretmenlik yaparken gözlemlediğim en çarpıcı doğa olayı, kış aylarının çok sert geçmesiydi. Bir gecede, adam boyu kar yağardı. Bu köyde, özellikle kış aylarında yoksulluğun, kıtlığın, çaresizliğin, ezikliğin nasıl bir şey olduğunu gördüm. Bir gün, loğusa olan karısına çorba yapma umuduyla yazdan kalma ot köklerine ulaşmak için karları, buzları kırıp kazıyarak toprağa ulaşan ve toprağın altında besin arayan bir adama rastlamıştım. Bu olayı unutamam.

- Başka bir konuya geçelim: Hikmet Sami Türk, Adalet Bakanı olduğu dönemde, 20 cezaevinde 32 kişinin ölümüne neden olan “Hayata Dönüş” operasyonuna imza attı. Şimdi, ortaya çıkan belgelerle uygulanan vahşet iyice ortaya çıktı. Siz, Türk’ün katıldığı bir açık oturumda çıkıp bunu yüzüne haykırdınız. Neydi bu cesareti size veren?

İnsan sevgisi. İleri insanlıktan yana bütün öğretiler, insanlığa inanmaktan, insanı sevmekten kaynaklanır. O gün, benim en zoruma giden, Hikmet Sami Türk gibi söz konusu vahşetten sorumlu birinin “Uğur Mumcu Haftası”nda düzenlenen bir açık oturumda konuşmacılar arasında bulunmasıydı. Şu çelişkiye bakın: Bir yanda vahşete uğrayan Uğur Mumcu, öte yanda vahşet olayları sırasında Adalet Bakanı olan Sayın Türk! Ne demeli?

- Yaşamınızda bundan sonraki yıllar için ne gibi planlarınız var?

Ben hiçbir zaman uzun süreli planlar yapmadım, şimdi de yapmıyorum. Şimdilik okuyup yazabiliyorum, eşim Handan’la güzelce yaşıyoruz, bu kadarı bana yetiyor…


OĞLUM FAZIL, HER DAİM GURUR KAYNAĞIM

- Yaşamınızın yetmiş dokuz yılı geride kaldı. Geçmişe baktığınızda ne görüyorsunuz? En büyük pişmanlığınız, mutluluğunuz ne?

Büyük pişmanlıklarım hiç olmadı. En büyük mutluluğumsa oğlum Fazıl Say’ın besteci ve piyanist olarak dünyanın bütün kıtalarında Türkiye’yi başarıyla temsil etmesi, aynı zamanda yurdumuzun aydınlanma sorununa içtenlikle eğilmesidir. Müzik ve sahne sanatları, aslında birer aydınlanma, eğitim kurumudur. Bu yönden Fazıl’ın özellikle yurtiçi konser turnelerini çok yerinde buluyorum.

- Enis Batur, “Kurşunkalem Portreler” adlı kitabında sizin için, “Bunca baba gördüm tanıdım, böylesi bir adanmışlığa hiç tanık olmadım. Fazıl’a inandı Ahmet Say, onun şüpheli serüvenini, kendi net serüvenine yeğledi” diyor. Bu anlamda siz kendinizi geri planda tuttuğunuzu düşünüyor musunuz? Neden yaptınız bunu? Fazıl Say nasıl bir evlât sizin için? Sizi en çok gururlandıran an nedir?

Şöyle anlatayım: Erzurumlu olan 1902 doğumlu babam Fazıl Say, küçük yaşta olağanüstü matematik yeteneğiyle dikkat çekmiş ve İstanbul’da okuması için devlet ona burs vermiş. O yıllarda Erzurum’dan İstanbul’a gitmek epeyce zormuş. Önce yük ve yolcu taşıyan bir kervanla katır sırtında üç haftada Trabzon’a ulaşmış, sonra da uzun bir gemi yolculuğuyla İstanbul’a varmış. Enis Batur, bir ilkokul çocuğunun başardığı bu serüveni bilseydi, onu da yazardı.  Torun Fazıl, sekiz yaşındayken Bach’ın “İtalyan Konçertosu”nu çalıyordu. Dede Fazıl Say, Maarif Vekâleti’nin ortaokul ve liselerde okutulan bütün matematik, cebir, geometri kitaplarını yazmıştı; torun Fazıl Say ise “köy kasaba” demeden Anadolu’da konser turnelerine çıkıyor. Fazıl’ın beni en çok gururlandırdığı “bir an” yok. Her an gururlanıyorum…

- Fazıl Say’a açılan davalarla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Türkiye böyle bir dönemden geçiyor. Gazetelerde okudum: Fazıl’a on ay hapis cezası veren yargıç Hulusi Pur, evinde dört buçuk milyon Avro saklayan banka müdürünü tahliye etti. Bu dünya kime kalmış?


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler