'Hatırlamak istemedikçe daha çok yüzleşilir geçmişle'

Yalçın Tosun Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'le okurlarla buluştu. Tosun'un ilk kitabı öykülerden oluşuyor.

Yayınlanma: 18.02.2010 - 07:30
Abone Ol google-news

Kitaptaki öykülerde anne baba ve çocuk olan çekirdek aile üzerinden aile hesaplaşmaları yapılıyor, geçmişe gidilip, hatırlanmak istenmeyen olaylarla yüzleşiliyor. Tosun, aile bireylerinin, aile içinde birey olma hallerine başka bir gözle bakıyor, çocukların aileleriyle yaşadığı mücadeleler üzerine eğiliyor. Aynı zamanda öğretim üyesi de olan ve aile hukuku üzerine ders veren Yalçın Tosun'la edebiyat serüveni ve yeni üzerine söyleştik.

'lk kitabınız Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler öykü türünde. Öykü yazma sebeplerinizle başlayalım ilk olarak' Neden yazınımıza öyküyle girdi Yalçın Tosun?

Türü her ne olursa olsun bir derdi varsa yazıyor insan, söyleyecek yeni bir sözü olduğuna inandığı için yazıyor. En azından benim için böyle bu. Çoğu yazar, farklı kitaplarda da olsa dönerek hep aynı şeyi yazar hayatları boyunca. Ben de hayatımdaki 'ben' denilen sınırları çizilmiş hapishanenin dışındaki oluşların büyüsüne inandığım, yazarak başka mümkünlerin izinin sürebileceğimi sezdiğim için yazıyorum. Bir ihtimal yeni bir duyguyu yakalar ve yakalatırım diye yazıyorum. Öyküyse, bunlara ek olarak, yazar tarafından özenle ölçülmüş boşluklarına ve sezdirdiklerine, okurun hayal gücüne yüklediklerine verdiğim önemden dolayı uzun zamandır üzerine düşündüğüm ve uğraştığım edebi tür. Öyküyle aramda sezgilerimle kurduğum bir ilişki var denebilir.
 

'Ne olup bitiyorsa çocuklukta oluyor'

İş yaşamınızda farklı bir meslektesiniz. Hukukçusunuz. Bilgi Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi öğretim üyesisiniz. Hep merak etmişimdir: Hukukla edebiyat nasıl bir arada yol alır? Benzeştiği yanlar var mıdır?

Edebiyatın ve hukukun buluştuğu en önemli nokta kanımca anlama ve yorumlama çabası. Edebiyat bu çabaların kendisini konu alırken hukuk bunlardan örülü bir sistem kurar. Ancak her ikisi de farklı bakış açıları ve amaçlarla da olsa hayatı merkeze koyar.

Öykülerinize gelecek olursak' Genel bir soruyla devam edelim: Anne, Baba ve Ölümcül Şeyler'deki öyküleri bir araya getirirken dertleriniz, meseleleriniz neler oldu?

Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler, beş senede yazılan öyküler içinden seçilerek oluşturuldu. Görece uzun yazma sürecine rağmen, öykülerdeki temel izleğin yoğunlaşmasında, esas derdimin ne olduğu konusundaki hesapsız ve sezgici yaklaşımın yattığını sanıyorum. Ne olup bitiyorsa çocuklukta oluyor gibi gelmiştir hep bana. Sonra olanlar sanki biraz gölgede kalır, yaşarken fark etmesek de. Bu kadar önemli bir dönemi damgalayan aile kurumunu seçememekteki yazgısallığa ve ailelerin körü körüne yüceltilmesine karşı yıllar içinde bende birikmiş tepkiler temel meselem oldu. Herkesin bildiği ama tek kelime dahi etmediği istismarlar, karanlık odalardaki sandıklara kilitlenmiş sırlar, başta aile fertleri arasında olmak üzere aşılması gitgide zorlaşan iletişimsizlik sorunu, karşındakini dinlememekteki koyu ısrar, insanın kendini anlamasındaki zorluğu yadsıyarak başkalarınca anlaşılmak için yırtınması diğer meseleler arasına sokulabilir.

Aile kavramı üzerine yazıyorsunuz özünde. Çekirdek ailenin fertleri öykülerinizin başkahramanları. Neden anne ve babanın hâkimiyetinde öyküleriniz?

Ailenin korkunç bir yer olabileceğine inanıyorum. Bunun için illa büyük trajedilerin de yaşanmasına gerek yok -kaldı ki yaşanıyor. Sanırım öykülerimde aile motifinin, anne-baba-çocuk üçgeninde yaşananların çoğun ürkütücü, rahatsız edici hatta ölümcül olmasının aile kurumuna bir başka gözle bakılabileceğine inanmamdan geliyor. Görece daha masum görünen ailelerde bile ciddi bunalımlar ve kimlik savaşları verilebiliyor. Eşcinsel olduğu için ebeveynleri tarafından kapı önüne konabiliyor bir genç ya da şiddete maruz kalabiliyor. İnançlar, tercihler, büyüme ve kendini bulma sürecinde kişinin verdiği savaşlar içinde, ailesiyle yaşadığı en temel mücadelenin belirleyiciliği beni düşündürmeye devam ediyor.

Biraz önce konuştuk gerçi; medeni hukuk dersleri de veriyorsunuz. Anlattığınız kurmacalarda da ailevi ilişkiler anlatılır. Bir ilişki kurabilir miyiz pratikte haşır neşir olduğunuz bir konunun kurguya da yansımış olmasında?

Medeni Hukuk içinde Aile Hukuku dersleri veriyorum. Ailenin neden önemli olageldiğini açıklarken bugünkü hukuk düzeni içinde aileye bakışı anlatmaya çalışıyorum. Burada hakkaniyeti elden bırakmadan eşitlikçi ve zayıf durumda olanı koruyan bir bakış açısıyla bir farkındalık yaratmaya çalışıyorum öğrencilerimde. Şiddete uğrayan aile üyelerinden ya da istismara maruz kalan çocuklardan, kadınların ve çocukların geçmişteki ve bugünkü durumlarından, toplumsal ahlak kavramından ve bunun muğlaklığından bahsediyoruz. Sözünü ettiğiniz ilişkinin olup olmadığına okurların karar vermesi sanırım daha doğru olur.
 

'Yakınımızdalar diye iyi tanıdığımızı sanıyoruz'

Yazınımızda geçmişle hesaplaşmalar hep baba üzerinden yapılırdı. Sizin öykülerinizde işin içine anne figürü de giriyor. Ölen, intihar eden aile bireyleri gün gelip oğul ya da kızlarının karşısına çıkıyor. Ne dersiniz?

Aslında anne-baba ve çocuklara benzer mesafelerden yaklaşmaya çalıştım bu öykülerde. Ama bunlar arasındaki ilişkinin en azından uzunca bir süre eşitler arası bir ilişki olmadığı ortada. Bu ilişkide temel sorun bu kadar yakınımızda olan insanları bu kadar az tanımamız belki de. Yakınımızdalar diye iyi tanıdığımızı sanıyoruz ve bu yanılgı içinde işleniyor tüm kabahatler ve cürümler. Söylenmemesi gerekenler böylece olmadık anlarda kusuluyor ya da bazı sözcükler yutuldukları için zamanla kansere dönüşüyor. Bunlar yaşanırken oluşan yaralara çeviriyorum başımı, bu yaraları alanlara ve verenlere. Yakınımızdaki yabancıları ele alıyorum özetle; anne, baba, çocuk ya da sevgili olması bu açıdan fark etmiyor.

Yoksa bu türden hesaplaşmalar, sizin de içinde bulunduğunuz genç kuşak yazarların temel dertlerinden mi? Eğer öyleyse nedenini merak ediyorum tabii'

Kişinin kendisi ve ailesiyle hesaplaşmaları edebiyatın her zaman başat konularından oldu ve olmaya devam edecektir. Genç kuşak yazarlar adına konuşmam elbette mümkün değil, ancak gitgide yalnızlaşan ve iletişim sorunları yaşayan bireye yönelen metinlerin sayısında bir artış olduğunu gözlemlediğimi söyleyebilirim.

Bir önceki kuşak 12 Eylül'le, onun meydana getirdiği baskıcı yönetim şekliyle, bireysel ve toplumsal hakların özgürleştirilmesi gibi aileden daha genel, tümevaran bir konuyla uğraştılar'

- Büyük bir apolitikleştirme sürecinden geçmiş bir kuşağın çocuklarıyız. Yaşanılan çağın ve şartların her şeye olduğu gibi edebiyata da bir etkisi mutlaka olmuştur, olacaktır. Ancak bireysel ve toplumsal olan üzerine de iyi düşünmek gerekir. Bireyden ya da aile fertlerinden yola çıkılarak yazılan, onu ve sorunlarını merkeze koyan bir metin, toplumsal kaygılar taşıyan metinlerden katbekat politik ve muhalif olabilir.

Özünde anne ve babayla, ölümcül diğer şeyleri aynı noktada birleştiriyorsunuz ...

Aynı noktada olmasa da, aynı yolculukta diyebiliriz. Bu yolculuk kendini ve dolayısıyla dünyayı bir nebze daha iyi anlayabilme çabasından doğuyor. Bir şeyin ölümcül olup olmadığının tayini de aslında içinde yaşanılan toplumun öcüleri ve yasaklarıyla belirleniyor çoğun. Kimsenin kimseyi dinlemediği dolayısıyla anlamadığı bir toplumda anneler, babalar ve sevgililer, çocukken başkalarının kurbanlarıyken, büyüdüklerinde kendilerine yeni kurbanlar yaratmakta sakınca görmüyorlar.

Girişte alıntıladığınız André Gide de diyor: 'Senin için kendi ailen kadar, kendi odan kadar, kendi geçmişin kadar tehlikeli bir şey yoktur.'

Evet, Gide'in bu sözü bir anlamda Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'in ruhunu tek bir cümleyle duyuruyor: Geçmişten kurtulamasak da, onu taşırken dikkat etmek gerekir.

Ayakları geçmişe takılanlar

Kitaptaki diğer bir öyküde de, kahraman şikâyet eder, ne gerek var bu kadar hatırlamakta diye?

Dediğim gibi, bu öyküler biraz da geçmişi unutmaya çalıştıkça ayakları geçmişe takılanlarla, kendini arama yolunda geçmişten neyi ne kadar beraberinde götürmek gerektiğiyle ilgili. Hatırlamak istemedikçe daha çok yüzleşilir geçmişle, bunu yaşam benim öykü kişilerime de -herkese öğrettiği gibi- öğretiyor.

Peki, bundan sonra nasıl devam edecek Yalçın Tosun'un yazarlık serüveni? Roman ya da şiir var mı ileri projelerinde düşündüğü örneğin?

Üzerinde çalıştığım ikinci kitabım da bir öykü kitabı olacak. Şiir yazıyorum ama yayınlamıyorum. Başka türlerde ürün verip vermeyeceğimi öngöremesem de özellikle öykünün izini hep süreceğimi biliyorum.

Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler/ Yalçın Tosun/ YKY/ 88 s.
 

Bir anı kitabı

Kriz Seven İletişimci Ender Merter

1976 ile 2008 yılları arasında yaşanmış şeylerin, anılarımızda bıraktığı izlerden yola çıkarak ilerliyoruz Kriz Seven İletişimci Ender Merter'in sayfaları arasında. Merter'in zengin ve çok renkli bakış açısıyla bize sunduğu yaşamından kesitler görüyoruz. Bunların yanı sıra reklam dünyası ve iletişim alanındaki bilgilerini ve deneyimlerini de paylaşıyor bizlerle.

Talin Etyemez

Kitabın sayfalarını çevirdikçe her alanda, her çevreden tanıdıklarla karşılaşıyoruz. Önce Muhittin Merter'i anıyoruz; 1956 - 60 yılları arasında verilen bütün ehliyetlerde imzası olan kişiyi. 'Babamın bu resmi kişiliğinin bana yansıması, sürekli yolladığı yazılı muhtıralardı' Örneğin, masamın üstünde bir kâğıt bulurdum, şöyle yazardı: 'Seni seviyorum Ender Merter. Senin daha kibar ve daha itaatkâr olmanı istiyorum.' Altında da mutlaka bir imza''

Daha sonra gençlik yılları, Yeşilköy sokaklarında kırmızı BMW ile turlamalar ve o maviliklerde kayboluş. 'Birinin adı Işıl'dı. Dikiz aynasında göz göze geldik ve o maviliklerde kayboldum. O, kocaman çöllerde bir kalabalık gibiydi, ben ise kocaman denizlerde ender bir balık''

Bu kayboluştan iki güzel kazanım: 1985 doğumlu Gökcin ile 1990'lı Tankut da yerlerini alıyorlar kitapta ve bir dönemin, reklam sektörü çalışanlarının çok iyi bildiği letrasetli yıllara geçiyoruz: 'El becerisiyle bulut, deniz yapardık. Ne bulut, bulut gibi olurdu ne de deniz, deniz gibi. Ama o dönem öyleydi. Fotoğraftaki bulut böyle olurdu. Şeffaf kâğıtlar üstüne basılı farklı karakterlerdeki harfler, tek tek milimetrik pikaj kartonuna transfer edilerek ilan hazırlanırdı. Grafik teçhizatı; milimetrik kâğıt, gönye, aydınger, rapido kalem, kretuar ve silgiden ibaretti.'

1983 yılında Büyük Usta İhap Hulusi Görey'i tanımasıyla Ender Merter'in hayatında açılan yeni bir sayfa bundan böyle yön veriyor genç iletişimciye. Bitmek bilmeyen enerjisiyle, hayal gücüyle, yaratıcılığıyla iş dünyasında sağlam adımlarla ilerliyor. Bu arada neler mi oluyor? KKTC, bağımsızlığını ilan ediyor. KDV yürürlüğe giriyor. Çernobil'de kaza oluyor. Şan sineması yanıyor. Ruslar beyaz balina Aydın'ı geri alıyor. Türkiye'nin ilk kadın Başbakanı Tansu Çiller oluyor. Tarihi 5 Nisan kararları açıklanıyor. Türkiye, Gümrük Birliği'ne giriyor. Susurluk skandalı patlıyor. Demokrasiye balans ayarı yapılıyor. RTÜK, Türkiye'de 261 TV, 1200 radyo kanalı olduğunu açıklıyor. 17 Ağustos depremi oluyor. Galatasaray, UEFA Kupası'nı kazanıyor. ABD'de 11 Eylül saldırısı oluyor. Türkiye, FIFA Dünya Kupası'nda üçüncü oluyor. Sertab Erener Eurovision birincisi. TL'den altı sıfır atılıyor. Orhan Pamuk Nobel'i alıyor. Küresel ekonomik kriz dünyayı sarsıyor. Bütün bunları aşıp da yılları ardımıza aldığımızda; çeyrek asra yakın reklam ve iletişim sektöründe hizmet vermiş biri olarak deneyimin ne denli önemli olduğunu belirtmek isterim, diyor Merter. 'Artık değişimlere ayak uydurmayanın hızla yok olup gittiği, acımasız bir dünyada yaşadığımızın fazlasıyla bilincindeyim çünkü.' İşte, sanki arkanızdan esen bir rüzgâr sizi hızla kitabın bitiş sayfalarına sürükleyivermiş ve sözün bittiği yerde şu cümlelere çarpıp duraklıyorsunuz: 'Bu arada unutmadan söyleyeyim, artık krizleri de takmıyorum. Bana dokunmuyorlar. Teğet geçeni de çıkalı beri, krizi seviyorum bile diyebilirim.' Zevkle okunan bir şiir gibi. Bir solukta bitirdikten sonra geriye dönerek ezberlemek ve resimleri tek tek incelemek istiyorsunuz. İzzeddin Çalışlar'ın titizlikle derleyip yayına hazırladığı kitap 218 sayfadan oluşuyor. Özellikle, Ender Merter'i yakından tanıyanların gülümseyerek ve doğrulayarak okuyacakları önsözde ise keskin bir gözlem ve ustaca bir yorumla yazarı tanımlıyor Kayıhan Güven. Kitabın oluşması için emek verenlerin kalemine sağlık!

Kriz Seven İletişimci Ender Merter/ Yayıma Hazırlayan: İzzeddin Çalışlar/ Boyut Yayınları/ 220 s.
 

Bir yaşama göz misafirliği

İzzeddin Çalışlar

Aslında kimse kriz sevmez. Ender Merter'in reklamcılık dünyasındaki deneyim ve anılarını anlattığı kitabın ismi, başa çıkamadığı güçlüğü kabullenmeyi öğrenmekten geliyor. Kitap, Ender Merter'in yaşamından süzülenleri paylaşırken iletişim sektörünün gelişimine de tanıklık ediyor. Bu tanıklık, reklamcılığın nasıl yan kollar edinerek, farklı iş alanlarında temsil edildiğini, teknikten teknolojiye geçişin aşamalarını da yansıtıyor.

Özellikle reklamcılıkta, akademik teorilerin gelişmesini sağlayan birincil unsur, kişisel tavırlar, hatta deyim yerindeyse mevcut teorileri çürüten vakalar olduğundan, Ender Merter'in anıları da aynen yaşamöyküsünde olduğu gibi, sokaktan akademiye doğru olan yönelimin bir örneği.

Mesleğe okullu bir grafiker olarak başlayıp, analog tekniklerden dijital dünyaya geçiş aşamalarında iletişimin farklı kollarında çalışmış, yerel çözümlerden uluslararası deneyimlere ulaşırken yamaklıktan patronluğa geçmiş olan Ender Merter'in mesleki hayatı, bir bakıma renkli kişiliğinin de kaynağı olmuş.

Boyut Yayıncılık, birçok noktada özel hayatla da çakışan bu mesleki anılar bütününü neredeyse her paragrafına dair fotoğraflarla koşutlandırarak belgelemiş olduğundan, fotoromana benzer bir okuma deneyimi vaat ediyor. Kriz Seven İletişimci Ender Merter, Merter'in 12 Eylül döneminde asker olmasından küreselleşmenin olumsuz etkilerini nasıl yaşadığına, yaratıcılığın olumsuzlukları değiştirme gücünden Türk grafik sanatının duayeni İhap Hulusi Görey'e olan tutkusuna kadar birçok veriyle, bir yaşama göz misafiri olma fırsatı sunuyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler