'Ne Kürtçü, ne de ırkçı Türkçü; ben Atatürkçüyüm'

Yaşamın kendisinden devşirilen öyküler yazmış, yazdığını sadece işitmiş değil, çoğunu bizzat yaşamış bir yazar, bir insanlık gönüllüsü Osman Şahin.

Yayınlanma: 11.03.2010 - 09:36
Abone Ol google-news

12 Eylül faşizmine en yakın perdeden, hücrelerin, işkence tezgâhlarının kör kuyularında bizzat çektiği eziyetler sonrasında aldığı notlardan yola çıkarak yazdığı ve bütün öykülerinin toplandığı dördüncü kitabı Kolları Bağlı Doğan raflarda... Osman Şahin ile kitabını konuştuk.

- En önce anneciğinize adanmış bir kitap bu. Onun söylediklerini anlatır mısınız?

- 12 Eylül sonrasıydı. Hapise girmem kesinleşmişti, Toroslar'a, köyüme yaşlı anamı görmeye gittim. 81 yaşında ve 13 çocuk anasıydı. Okumasız, yazmasızdı. Biraz hoşbeşten sonra anama, bir yazım yüzünden hapise gireceğimi, kardeşimin de örgüt suçundan tutuklandığını, ağır işkence gördüğünü, ayak ve el tırnaklarının kerpetenle çekildiğini söyledim. Üzüldü, ağladı. Yaşlı, düşkün haline karşın canlandı. Elimi avuçlarının içine alarak, aşağıdaki kısa, özlü öyküyü anlattı. 'Siz bilmezsiniz oğul, sizin büyük dedeniz kuşçuydu. Kanca gagalı, iri pençeli, yırtıcı doğan kuşları beslerdi. Dedeniz silah kullanmazdı, atı vardı, iyi biniciydi. 'Kaçanı kaçanla, uçanı uçanla avlamak gerek' derdi. Kuşlarını kara marsık etlerle beslerdi, pençeleri, gagaları güçlü olsun diye. Obamıza bir gün bir Atlı Bey geldi oğul. Şakakları sivri, yeşil gözlü, çizmeli bir beydi. Dedeniz 'Tanrı misafiri' konuğunu çadırımıza kahve içmeye buyur etti. Adam atından indi. İçeri girerken, çadırın ön direğine sıra sıra tünemiş doğan kuşlarına hayranlıkla baktı. Kuşlar, çadır direğine ayaklarından iple bağlanmıştı. Adam, elini uzatarak anaç kuşlardan birini sevmek istedi. Anaç kuş, yaban bulduğu ele saldırdı, pençeledi, yırttı adamın elini.. Kan revan içinde kaldı eli konuğun. Adam bir kanayan eline, birde anaç kuşa bakarak, iki yanı keskin, sivri kamasını çıkardı. Telaşa kapıldık. 'Eyvah dedemizin kuşlarını kesecek' diye. Adam tersini yaptı oğul. Doğan kuşlarının ayak iplerini birer birer kesti, boşandırdı. Tümünü salıverdi gökyüzüne. Büyük dedeniz sinirlendi. 'Yahu sen ne yaptın, binbir emekle besleyip büyüttüğüm kuşlarımı nasıl salarsın' diye. Adam, sakin, bilge birine benziyordu. Hiç sinirlenmedi. Kamasını kınına soktu. İpek mendiliyle kanayan elinin yaralarını sardı. Sonra 'Bey bey, bir kuş düşün ki, elleri ayakları bağlıyken bile, kendisini tutsak eden insan soyuna asla yalvarıp pusmuyor, aksine saldırıyor. Görmüyor musun ki bu kuşlar, mağrur, yiğit kuşlar. Böylesi kuşları kolları bağlı tutsak etmek insanlığa yakışmaz, günahtır' dedikten sonra bindi atına. Dört nal oldu, çekti gitti. Fena bozuldu dedeniz. Bir daha da doğan kuşu beslemedi..

Şimdi sen bu olaydan misal biç oğul. Ankaralara, İstanbullara varınca, sizi hapse atacak olan Kenan Paşaya söyle 'De ki, o içeridekilerin tümü birer kolları bağlı doğandır. Onları düşündüler, yazdılar diye hapse atmak, dört duvar arasında çürütmek günahtır. Ne yapmış benim oğullarım.. Namusa mı göz dikmiş, hak mı yemiş, can mı almış? Biz Türkmenlerde suç bunlar. Aklı olan düşünür, kalemi olan yazar. Oğullarım, düşündüğünü yazdı çizdi diye içeriye mi atılır? Nasıl görenek bu. Koyuversinler oğullarımın yakasını. Bulutun önüne geçilmez, buluta cetvel vurulmaz. Günahtır.'

'Şahin' soyadımızın büyük dedemizden kaldığını da söyledi. Anacığımın iyi ki de elini öpmeye gitmişim. Son görüşümüzmüş meğer. 82 yaşında attan düşmüş, boynunu kırmış, ölmüş.
 

'Bu kitap işkencenin sayfalardaki dolaşımı'

- Okurlarımıza anımsatmak adına soruyorum, neden hapise atıldınız, içeride ne kadar kaldınız?

- Her insanın yaşamında tayin edici 'an'lar vardır. Örneğin Köy Enstitüsü'ne girişim yaşamımın en önemli noktalarından biriydi. İkinci önemli anım da 1 Haziran 1983 günü cezaevine girişim. Cezam, bir roman eleştiri yazısı yüzündendi. 1978'de Mustafa Yeşilova'nın Milliyet gazetesi, 'Karacan Roman Ödülü'nü kazanan, belgesel romanı Kopo, 1938 Dersim isyanını anlatıyordu. Romanda bir tek 'Kürt' sözcüğü geçmiyordu. İsyanı, Alevi Türkmenlerin çıkardığını yazıyordu.

Bir Türkmen çocuğu olarak alındım buna. Bir eleştiri yazısı yazdım. Yazmaz olaydım. İsyanı Alevi Türkmenlerin değil, Kürtlerin çıkardıklarını belirttim. Yazımda 'Kürt' sözcüğü geçtiği için İstanbul Toplu Basın Mahkemesi, bölücülükten dava açtı. Derken dava, İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'ne devredildi. Bilirkişi raporunda, edebi ağırlıklı bir eleştiri yazısıdır, suç yoktur denilmesine, tek kelime Kürtçe bilmememe karşın, Kürtçülükle suçladılar beni. Reddettim. 'Ne Kürtçüyüm, ne de ırkçı Türkçüyüm. Ben Atatürkçüyüm. Yıllarca beden eğitimi öğretmenliği yaptım. 19 Mayıs'larda milli duyguları kuvvetlendirici gösteriler yaptırdım, takdirnamelerim vardır' dememe karşın, bastılar cezayı, 18 aya mahkûm ettiler beni. Zaman 12 Eylül'dü, kötü zamandı, zalim zamandı. 1 Haziran 1983 günü, ırz düşmanı imişim gibi bileklerime kelepçeyi takıp iki jandarma nezaretinde Şile cezaevine tıktılar. Orada, ünlü tiyatro sanatçısı İsmet Ay ile İhsan Yüce ziyaretime gelerek bana moral verdi. 17 Haziran sabahı zırhlı sevk arabasıyla beni, ilkin Bursa Muvakkat Koğuşu'na, oradan da Yalova cezaevine naklettiler. Kolları Bağlı Doğan'da yer alan 'Muvakkat Koğuşu' öyküsünde tokatlanan, aşağılanan kişi benim. Yalova cezaevindeyken Yaşar Kemal, Kerim Korcan, Adalet Ağaoğlu, Bekir Yıldız, Alpay Kabacalı, Ali Uğur, Tanju Cılızoğlu, İsmet Kemal Karadayı, Ruşen Hakkı, Yılmaz Odabaşı, Mehmet Güler, Fikret Madaralı, Ali Özgentürk ve Gönül Dönmez Colin ziyaretime gelerek bana güç verdi. Oktay Akbal, Talip Apaydın, Mustafa Ekmekçi, Başaran, Tomris Uyar ile Erdal Öz de mektupları ile beni yüreklendirdi.

18 kişilik koğuşta 44-45 kişiydik. Yataklara sığabilmek için bir yanımızın üstüne yani kılıcına yatmak zorundaydık. Nazi kamplarından farksızdı. Bir insan istifiydi. Ayıbın ayıplığını yitirdiği yerdi. O atmosfer içinde koğuşun siyah beyaz TV'sinden 1983 yılı Antalya Altın Portakal Film Festivali'ni izliyordum. Öykülerimden uyarlanan Derman filmi ile Tomruk filmi yedi ödül birden kazanmıştı. Derman En iyi 2. Film, Hülya Koçyiğit En İyi Kadın Oyuncu Ödüllerini, Müzik, Görüntü, Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini, Tomruk ise En İyi 3. Film ve yine En İyi Görüntü Ödülleri'ni almışlardı. Ben ödül törenini tahta kurularının, bitin, pirenin içinde hüzün ve sevinci bir arada yaşayarak izledim, unutamam. Ertesi gün Hülya Koçyiğit'ten bir telgraf aldım. 'Gönlümüzdesiniz' diye. Ağladım. Sonradan Şerif Gören'in çektiği, Hülya Koçyiğit ve Talat Bulut'un başrollerini oynadığı 'Firar' filminin öyküsünü, mahkûmların ağzından duyarak yazdım. Film yurtiçinde ve yurtdışında pek çok ödül kazandı. 18 Mart 1984 günü sabahı 'iyi hal'den tahliye oldum. Dışarı çıktığımda yeryüzü ile gökyüzünün ve denizin bu kadar sonsuz ve bu kadar muhteşem olduğunu gördüm, yaşadım ve sevindim.

- Bir hapishane güncesi... Hepsi akılda tutulmuş notlardan hareketle yazılmış. Kolları Bağlı Doğan için hapisliğin, işkencenin yazılı belgeseli demek yanlış olmaz sanırım.

- Size aynen katılıyorum. Özünde öyküleştirilmiş bir 12 Eylül belgeselidir Kolları Bağlı Doğan. Kitabın yazılışı bile başlı başına bir macera. Koğuşlar, ranzalar, masalar, yapış yapış kir ve pislik içindeydi. Boynunda, bedeninde, çenesinde kan çıbanı çıkmayan mahkûm yoktu. Fazla peçete kâğıdı kullanmaya çalışıyordum. Görüp yaşadıklarım, başka cezaevinden naklen gelenler, sevk edilenler, işkence görenlerle konuşuyor, notlar tutuyordum. Cuma günleri jandarma bütün koğuşlarda iğneden ipliğe arama yapar, yazılı kâğıtları alır götürürdü. Ben de peçete kâğıtlarının katlarını ayırdım, her kâğıda kurşun kalemle, kağıdı deldirmeden usul usul yazdım. Sonra peçete kâğıtlarını avucumda nohut gibi top yapıp, sakladım. Görüş günümde onları eşime, kızıma verir, 'Bunları cam kavanozlarda saklayın, çok önemlidir' dedim. Cezaevinden çıkınca, altı yedi kavanoz dolusu kâğıt topu birikmişti. Büyük bir sabırla onları açarak, numaralandırarak temize çektim, düzelttim. Kolları Bağlı Doğan, işkencenin sayfalardaki dolaşımıdır. Devletin vatandaşına yaptığı zulümdür. Ben bu zulmü, estetik bir öykü diliyle yazmaya, öyküye sığdırmaya çalıştım.
 

'Artık her şey daha da kötü'

- Sürek avları; gel de enseyi karartma cinsinden. Öyle korkulu, öyle baskı dolu. Düşünme, yazma, söyleme, o zaman senden iyisi yok. Adalet, özgürlük istediniz niceleriyle birlikte. Yok dediniz, dur dediniz gidişata, infaz edildiniz. Aldılar içeri, yer misin, yemez misin, dayak üstüne dayak. Tırnakları söktüler. Falakalar. Aşağılamalar. Küfür, işkencenin bini bir para. Kolları bağlı doğanların biriydiniz. Kaç yıl geçti aradan? Ülkede bu anlamda bir şey değiştiğini düşünüyor musunuz?

- Hayır. Hiçbir şey değişmedi hatta daha da kötüye gitti. Ben hapisten çıkalı 26 yıl oldu. Sıkıyönetimde yargılanırken, askeri mahkemeden iadeli tahaahhütlü yazı gelirdi ve 'şu şu gün tarihte, şu şu suçlardan yargılanacaksınız, mahkemede hazır bulununuz' diye uyarırlardı beni.

Şimdi Silivri Esir Kampı'na alınan ordu komutanlarımızın, değerli bilim adamlarımızın, profesörlerimizin, politikacılarımızın, gazetecilerimizin hangisine böyle bir uyarı yazılmış, gönderilmiştir. Örneğin Mehmet Haberal'ın içeri alındığı günden beri neyle suçlandığını bilen var mı? 12 Eylül faşizminde bile yoktu böylesi bir sivil saçmalık.

- Siz pes etmediniz ne o zaman ne bu zaman. 'Düşünce durdurulamaz, tıpkı yaşanan baharı kimsenin durduramayacağı gibi' diye yazıyorsunuz. Bu tür öykülerinizde en baskın, okura en fazla geçen duygu da bu bence. Her şeye rağmen yaşamak, ayakta kalmak, direnmek değil mi?

- Az önce söylediğim gibi bir roman eleştiri yazısında 'Kürt' sözcüğü geçtiği için yargılanıp hapis yattım. Bir de son yıllarda ve günümüzde olup bitenlere bakıyorum da, ne diyeceğimi bilemiyorum. Herkes yeminli birer Kürt faşistine dönüşmüş, ağızlarda amacını yitirmiş bir 'özgürlük' lafı, eşitlikten kimse söz etmiyor. Devlete kafa tutanlar, başkaldırı denemeleri, yakmalar, yıkmalar devam ediyor. Türk olmak suç sayılıyor. Kürt işkence görür, hapise atılırsa dünya ayağa kalkıyor. Türk hapis yatar, işkence görürse kimse sesini çıkarmıyor. Otuz bin Kürt'ü, Türk'ü, kadını, erkeği, askeri, çocuğu öldürten Apo değerli şimdi. Cezaevi beğendiremiyorlar bey efendiye. Habur sınır kapısında teröristleri saygıyla karşılıyorlar. Ömründe İstanbul'dan dışına çıkmamış, Doğu dağlarında ayakta duramayacak haldeki birtakım yalakalar milletvekili oldu. Apo' nun müzesini ziyaret ediyorlar. AKP-Fethullah ortaklığının ülkeyi getirdiği noktaya bakın siz. Atatürk'e, devlete, orduya küfür eden alkışlanıyor, kazanıyor. Hain pusularla askerlerimizi şehit edenler, ordumuzun başına çuval geçirenler, kozmik aramaları, sömürge televizyonlarında gece gündüz konuşan, emperyalizmin yeminli maşaları, akademik unvanlı, CIA bağlantılı, hayatlarının önü arkası nice hile ve kıvrımlarla dolu insanlar. Onların gözleri duyguya, insana açık olamaz, Shakespeare'in 'Cebimdeki Orospu Tanrıparaya' tapanlar. Çürümüşler, yabancılaşmışlar. 12 Eylül öncesinde ikinci cumhuriyetçilerin çoğu Atatürk'ün, Marks'ın, Lenin'in, Mao'nun posterleri önünde arkasında yürüyüş yapardı, şimdi aynı kadro Ortaçağ kalıntıları olan Şeyh Sait'lerin, Seyyit Rıza'ların, Said-i Nursi'lerin ve Fethullah'ın posterlenin önünde yürüyor, büyük bir utanmazlıkla onları ve müritlerini 'Sivil Toplum Kuruluşu' olarak selamlıyor. Yüzsüzler, yüzleri olsaydı utanırlardı.
 

'Gözlerimizi de aldılar'

- '12 Eylül faşizminin sınıfsal niteliğine de bir eleştiri bu öyküler' sözünü açar mısınız?


- Bir benzetme yapayım, 12 Eylül E-5 yolunda tıkanan burjuva arabalarının trafiğini açmak için, işveren ve patronlar için yapıldı. 13 Eylül sabahı ilk kutlama, ABD'deki ağabeylerinden geldi 'Bizim çocuklar başardı' diye. Başka deyişle 24 Ocak Kararları'nın önünü açmak için yapıldı. Özelleştirilme martavallarıyla fabrikaların, limanların, ormanların, bankaların, madenlerin ve nehirlerin satılışı için. Günümüzde bakkalların ortadan kaldırılmasına kadar gelip dayandılar.

- Genel olarak hapishane ve mahkûm kimdir, hapislik duygusu nasıldır sizce?


- Ingeborg Bachmann'ın bir sözü var. 'İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değil, insanın insana yaptığından' diye. Hapislik, klasik anlamda, devletin çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, suçluyu da hapishaneyle eğitme çabası. Her şeyi numaralayıp denetim altına alırlar. Orwel'in 1984 adlı kurgusal romanında anlattığı gibi her şeyi gözetir, dinlerler. Hapishaneler, mahkûmların ıslah edildiği değil insanın paramparça edildiği yer. İnsan kendi içine kapanır, büzülür, iç hamurundan kinler, öfkeler yaratır. Hapishane dışarıdaki büyük haksızlıkların içerdeki izdüşümü. Hapishanede mahkûmun sahip olduğu tek şey, zaman ve beklemek. Bir de, insan soyuna yapılan en büyük kötülük, ona işkence etmek değil, onu işsiz, uğraşsız bırakmak. Engels 'İnsanı insan yapan iştir' diyordu. Hapishanelerimiz 80 bin mahkûma göre yapıldı. Oysa bugün mahkûm sayısı 120 bini geçti. Ülkemizde altı yedi milyon işsiz var. Evine ekmek götüremeyen Türk ve Kürt özgür olabilir mi? Doğu Anadolu'da 175'ten fazla toprak ağası var. Toprak reformundan söz edilmeyen yerde, topraksız köylü 'özgür' olabilir mi? 1960'larda Sermet Çağan'ın 'Ayak Bacak Fabrikası' adlı ünlü oyununda aklımdan çıkmayan bir söz: 'İnsan bir kez aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.' Onca işsiz, aç insana, tırlar dolusu tespih ve muska dağıtsanız, birkaç kilo makarna, pirinç verseniz, Başkentin göbeğinde Tekel işçilerini açlık grevine, ölüme zorlayanlar kesinlikle gidecektir.

- Hapisteyken ve hapisten sonra, o zor koşulların izi üzerinizde kaldı mı?


- Benim yattığım hapishanelerde dış kapıdan koğuş kapısına kadar yedi tane ağır demir kapı vardı. Akşam sayımından sonra demir kapıların güm güm örtülmesi, demir sürgülerin çekilmesi, ruhumda derin izler bıraktı. Hapse girmeden önce gözlerim pilot gözü gibiydi. Koğuşta gece gündüz kerhane ışığı gibi kırk mumluk bir ampul yanardı ve ben okumadan duramazdım. Hapisten çıktığım zaman gözlerim ileri derecede miyoptu. Gözlük takmam bu yüzden. Bir de, hep duvarların dibinde kalacağım, dışarı asla çıkamayacağım gibi psikolojik bir travma geçirdim ve Yalova Hastanesi'nde ruhsal tedavi gördüm.

- Kuşkusuz okura ağır gelen, yoran, sinirlerini bozan, vicdanını paramparça eden öyküler bunlar. Gerçek olması da cabası. Ama duyarlı okur itmedi öykülerinizi, okudu, bile bile girdi o dünyanın içine. Tepkiler nasıldı, neler dediler?

- Sayın Talat Halman, ABD'de 'Yalnızca Türk edebiyatının değil, dünya hapishane edebiyatının da en parlak örneği' diye yazdı. Kitap, sıkıyönetim korkusuyla, zamanında yayımlanamadı. 1988'de ancak doğabildi ve Yalçın Pekşen inanılmaz güzellikte bir yazı yazdı. Kitap altı baskı yaptı, pek çok dergide övücü yazılar çıktı. Anadolu köylülerinden mektuplar geldi. Bir köylünün şu cümlesini unutamam. 'Size işkence eden polisin adresini verin ona yılan kabuğu göndereyim.' Yılan kabuğu göndermek senin aslın-öten bu demek.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Kolları Bağlı Doğan/ Osman Şahin/ Can Yayınları/ 168 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler