Küresel eşitsizlik artıyor

Küreselleşme sürecinde uygulanan neoliberal politikaların dünyada eşitsizliği azaltacağı yönündeki beklentiler ve söylemler tutmadı. Veriler 1960-2000 yılları arasında küresel eşitsizliğin azalmadığını gösteriyor.

Yayınlanma: 29.09.2008 - 15:41
Abone Ol google-news

Küresel eşitsizlik çok uzun yıllar süren bir kayıtsızlıktan sonra yeniden tartışılmaya başlanan bir konu olarak önümüze çıkıyor. Özellikle 1980’lerden beri dikkatler ekonomik büyüme üzerine yoğunlaşmış ve büyümenin yoksulluğu ortadan kaldıracağı düşünülmüştü. Fakat uygulanan neoliberal politikalar büyümeyi hızlandırmamış, yoksulluğu da beklenen düzeylerde azaltmamıştır. Küresel düzeyde zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun derinleşmesi ve ülke içi gelir dağılımındaki bozulmalar, eşitsizliği bir kez daha ciddiye alınması gereken bir olgu olarak ortaya çıkarmıştır. Eşitsizlik hem sosyal bir sorun hem de başka sosyal sorunların kaynağı olarak dikkat çekmektedir.

Eşitsizlikteki artış küreselleşme taraftarlarını savunmaya itmiştir. Bu savunmalardan birincisi küreselleşmenin doğurduğu sorunların “yan etki” olarak kabul edilmesini ve bu “geçici” sorunların çözümü için bazı ek politikaların geliştirilmesini içermiştir. Dünya Bankası gibi kurumlar da serbestleşme politikalarının güvenlik ağı (safety net) gibi populist politikalarla desteklenmesine önem vermeye başlamışlardır. Geliştirilen savunmalardan ikincisi, artan eşitsizliğin ve inatla düşmek bilmeyen küresel yoksulluğun yadsınmasıdır. Bazı yazarlar eşitsizliğin artmadığını, diğerleri de eşitsizliğin son 25 yılda azaldığını savunmuşlardır. Geliştirilen savunmalardan sonuncusu artan küresel yoksulluğun küreselleşmekte yavaş davranan ülkelerin hatası olduğudur. Bu tartışmaya göre bazı Doğu Asya ülkeleri gibi hızla küreselleşen ülkeler son derece başarılı olmuş, küreselleşme yarışında geride kalan ülkeler ise ürettikleri yanlış politikaların kurbanı olmuştur. Yoksulluğu yaratan küreselleşme değil küreselleşme sürecine katılmadaki isteksizliktir.

Bu yazının amacı küresel eşitsizlikteki gelişmeleri göstermek ve yukarıdaki savunmaları eleştirel bir biçimde değerlendirmektir.

 

Küresel yoksulluğun boyutları 

Küresel eşitsizlikteki değişimleri değerlendirmeden önce, küresel yoksulluk ve eşitsizliğin günümüzdeki boyutlarıyla ilgili bazı verileri kısaca gözden geçirmek konunun kavranması açısından yardımcı olacaktır. 1998’de yayınlanan İnsani Gelişme Raporu küresel yoksulluk ve eşitsizliğin boyutları üzerine bazı çok çarpıcı veriler sunmuştur. Rapora göre, dünyanın azgelişmiş yerlerinde yasayan 4.4 milyar insanin yüzde 60’ı temel temizlik koşullarından, yüzde 33’ü temiz içme suyundan, yüzde 25’i içinde yaşanabilecek bir konuttan, yüzde 20’si gerekli besin kaynaklarından ve sağlık servislerinden yoksundur. Aynı rapora göre dünyanın en zengin 3 kişisinin toplam varlıkları en yoksul 48 ülkenin, dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam varlıkları ise 2.5 milyar insanın (dünya nüfusunun yüzde 47’si) toplam yıllık gelirlerine eşittir. UNICEF’e göre günde 30 bin (on tane 11 Eylül saldırısına eşit) çocuk açlık ve ishal gibi kolayca tedavi edilebilecek hastalıklar nedeniyle sessiz sedasız ölmektedir. Düşük ve orta gelirli ülkelerde 15 yaşın üzerinde olup da okuma yazma bilmeyenlerin sayısı 2001 yılında 1.2 milyarın üzerindedir.

Yüksek gelirli ülkeler 2001 yılında, yüzde 16’lık nüfuslarıyla dünya gelirinin yüzde 81’ine sahipken, geriye kalan yüzde 84’lük dünya nüfusu dünya tüketiminin sadece yüzde 19’u ile yetinmek durumundadır. Dünya Bankası verilerine göre 2001 yılında yaklaşık 1.1 milyar insan günde 1 doların ve 2.7 milyar insan günde 2 doların altında bir gelirle yaşıyor. Günde 2 dolar üzerinden hesaplandığında, 2001 yılında yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfus 2 ülkede yüzde 90’ın, 14 ülkede yüzde 80’in, 23 ülkede yüzde 70’in, 26 ülkede yüzde 60’ın ve 35 ülkede yüzde 50’nin üzerindedir.

2003 yılında 7 ülkede ortalama yaşam beklentisi 40’ın, 31 ülkede 50’nin altındadır. Yaşam beklentisi Svaziland’da 32.5, Botsvana ve Lesotho’da 36.3’e kadar düşmüştür. 2001 yılında ortalama yaşam beklentisi 8 ülkede 1960 seviyesinin, 17 ülkede 1970 seviyesinin, 26 ülkede 1980 seviyesinin ve 33 ülkede de 1990 seviyesinin altına düşmüştür. Okuma yazma bilmeyenlerin toplam nüfusa oranı 3 ülkede yüzde 80’in, 5 ülkede yüzde 70’in, 11 ülkede yüzde 60’ın, 21 ülkede yüzde 50’nin üzerindedir. Düzenli temiz suya ulaşamayanların oranı 3 ülkede yüzde 70’in, 6 ülkede yüzde 60’ın, 16 ülkede yüzde 50’nin üzerindedir. 5 yaş altı normalden zayıf çocukların oranı 12 ülkede yüzde 40’ın, 24 ülkede yüzde 30’un, 54 ülkede yüzde 20’nin üzerindedir.

 

Küresel eşitsizliğin gelişimi 

Küresel eşitsizlikteki gelişmelere üç değişik açıdan bakmak mümkündür: ülkeler arasında eşitsizlik, ülke içinde eşitsizlik ve dünya çapında eşitsizlik.

Ülkeler arasındaki gelir dağılımı, ortalama ya da kişi başına düşen ulusal gelirdeki değişmelere bakarak incelenebilir. Eğer ülkeler arasındaki ortalama gelirde bir yakınlaşma varsa eşitsizlik azalıyor demektir. Bu metot ülke içindeki gelir dağılımındaki değişiklikleri ve ülkelerin nüfus açısından büyüklüklerini dikkate almaz. Çin gibi büyük bir ülke ile Lüksemburg gibi küçük bir ülkenin yapılan ölçüme olan katkısı eşittir. Bu ilk bakışta küresel gelir dağılımını ölçmede uygun olmayan bir yöntem gibi görünse de, küresel olarak uygulanan politikaların değerlendirilmesi açısından önemli bir göstergedir. Eğer çoğu zaman iddia edildiği gibi azgelişmiş ülkeler küreselleşmekten daha fazla yarar sağlıyorlarsa bu göstergenin bu savı desteklemesi beklenir. Serbestleştirme politikalarının yoğun olarak uygulandığı 1980’lerden itibaren ülkeler arasında kişi başına düşen gelir açısından bir yakınlaşma (convergence) olmadığı gibi bir uzaklaşma (divergence) yaşanmıştır. Bir başka deyişle yoksul ülkeler kişi başına düşen ulusal gelir açısından varsıl ülkelerden 1980-2000 yılları arasında daha yavaş büyümüşlerdir.

Kişi başına düşen gelir açısından en yoksul ve en zengin on ülkenin karşılaştırılması da ilginç sonuçlar göstermektedir. Yapılan hesaplamalarla en zengin on ülkede kişi başına düşen ulusal gelir ortalaması en yoksul on ülkenin ortalamasının 1960’da 92 katiyken bu oran 1970’de 113’e, 1980’de 129’a, 1990’da 151’e ve 2000’de 203’e yükselmiştir. Dikkati çeken nokta 1990 ile 2000 arasındaki artışın diğer zaman dilimlerine oranla daha yüksek olduğudur.

 

Ülke içinde gelir dağılımı

Ülkeler arasındaki eşitsizlik ülke içindeki eşitsizliğin ne olduğu hakkında bir bilgi vermez. Ülkeler arasındaki gelir dağılımında bir değişiklik olmasa da küreselleşme ülke içindeki gelir dağılımına etkide bulunabilir. Ülke içi gelir dağılımı genellikle Gini katsayısı ile ölçülür. Gini ölçümü son derece zor bir katsayıdır ve yapılan ölçümlerin güvenilirliği son derece sınırlıdır. Sonuçlar araştırmayı yapan kurum ve kişilere göre ciddi farklılıklar doğurabilmektedir. Bu nedenle Gini katsayısı yerine Teksas Üniversitesi’nde üretilen ve daha güvenilir olduğu düşünülen “Theil’s T statistic” diye adlandırılan alternatif bir gösterge geliştirilmiştir.

Bu göstergelerden hareketle yaptığımız hesaplamalara göre 1963-1980 döneminde elimizde veri olan 65 ülkenin çoğunda gelir dağılımı düzelirken (40’ında düzelme ve 25’inde bozulma), 1980-1999 döneminde ülkelerin çoğunda bir bozulma yaşanmıştır (15’inde düzelme ve 50’sinde bozulma). Bu eğilim sadece ülke sayısı açısından değil bozulmanın şiddeti açısından da ilgi çekmektedir. Gelir dağılımındaki bozulmanın şiddeti 1980-2000 arasında çok yüksek düzeylerdedir.

 

Küresel gelir dağılımı 

Küresel gelir dağılımı, 6 milyarın biraz üzerinde olan dünya nüfusunu gelir dağılımı açısından tüm dünya sanki tek bir ülkeymiş gibi inceler. Küresel gelir dağılımındaki gelişmeler iki biçimde incelenebilir. Bunlardan birincisi ve ideal olanı ülkelerin ortalama gelirleri ile yurt içi gelir dağılımının birleştirilmesidir. Bu ölçümle örneğin ülkeler arasındaki gelir dağılımında hiç bir değişiklik olmasa bile, ülke içi gelir dağılımındaki değişme dünya gelir dağılımını etkileyebilecektir. Ya da ülke içindeki gelir dağılımları aynı kaldığında, ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki bir değişme dünya gelir dağılımını değiştirebilecektir. Bu yöntem, hesaplamada yaşanan zorluklar ve verilerin güvenilirliğine duyulan kuşkular nedeniyle çok sınırlı sayıda denemeye neden olmuştur.

İkinci ve daha sık olarak kullanılan ölçüm ise ülke içi dağılımın tam olarak eşit ve değişmediği varsayımından hareketle dünya gelir dağılımının hesaplanmasıdır. Bu yöntem hesaplama kolaylığı açısından tercih edilir. Bu yöntemin ülkeler arasındaki gelir dağılımı yönteminden tek farkı ülke nüfus büyüklüklerinin hesaba katılmasıdır. Bu hesaplamada Çin ve Hindistan gibi büyük nüfusa sahip olan ülkelerdeki gelişmeler büyük önem taşır. Örneğin diğer tüm gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki fark artsa bile eğer Çin ve Hindistan’la gelişmiş ülkeler arasındaki fark azalmışsa dünya gelir dağılımında bir iyileşme görmek mümkündür.

Bu konuda elde bulunan verilerden anlaşılmaktadır ki Çin ve Hindistan’da yaşanan göreli hızlı büyümeye rağmen küresel gelir eşitsizliğinde az da olsa bir artış görülmektedir. Bu ülkeler hesaptan çıkarıldığında ise küresel eşitsizlikteki artış daha dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Hiç şüphesiz Doğu Asya’nın “mucize” ülkeleri bu hesaptan çıkarılır, bu hesaplara dahil edilmeyen Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri bu hesaplara dahil edilir ve bir de ülke içindeki gelir dağılımındaki bozulmalar da hesaba katılırsa küresel eşitsizlikteki bozulmanın daha da artacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.

 

Diğer göstergeler 

Son olarak yukarıdaki tartışmalar bazı alternatif sosyal ve ekonomik göstergelere bakılarak da desteklenebilir. Mevcut bazı veriler küresel eşitsizliğin; bebek olum oranları, okuma yazma bilmeyenlerin toplam nüfusa oranı ve tarım sektöründeki kişi başına üretkenlik açısından, hem 1960-1980 hem de 1980-2000 dönemlerinde arttığını ortaya koymaktadır. Kişi başına düşen hastane yatağı ve kişi başına düşen elektrik tüketimi gibi göstergeler küresel eşitsizlikte genelde bir azalma eğilimi göstermekle birlikte, bu azalma 1980-2000 döneminde görülebilir bir biçimde yavaşlamaktadır. Yaşam beklentisi, kişi başına düşen doktor sayısı, ticaret oranı, kişi başına düşen brüt yatırım ve tasarruflar gibi göstergeler için küresel eşitsizlikte 1960-1980 döneminde gözlenen azalma, 1980-2000 döneminde artışa dönüşmüştür. Bu göstergeler daha önce yapılan tartışmaları desteklemektedir. Yani kişi başına düşen ulusal gelir dışındaki alternatif sosyal ve ekonomik göstergeler 1980-2000 döneminde küresel eşitsizlikte ya bir artma ya da eşitsizlikteki azalmada bir yavaşlama göstermektedir.

Yukarıdaki tartışmalardan görülebileceği gibi küreselleşmenin genelde küresel eşitsizliği azaltacağı yolundaki bir önerme gerçeklerle örtüşmemektedir. Dış ticaret ve doğrudan yabancı yatırımların toplam ekonomi içindeki payı hem ulusal hem uluslararası düzeyde artmış ve bu artış birçok ülkede ticaretin liberalleştirilmesi politikalarıyla örtüşmüştür. Fakat bu durum küresel eşitsizliği azaltmadığı gibi arttırmıştır.

Küreselleşme taraftarlarının son bir savunması “daha çok Küreselleşen” azgelişmiş ülkelerin “daha az küreselleşen” azgelişmiş ülkelere oranla daha başarılı oldukları ve gelişmiş ülkelerle aralarındaki farkı hızla kapattıklarıdır. Bu tartışma da gerçekliği yansıtmamaktadır.

1980 ile 2000 yılları arasında, yoksul ülkeler dış ticaretlerini zengin ülkelere göre daha fazla serbestleştirmişler, ticaretin toplam ekonomi içindeki oranını daha hızlı arttırmışlardır. İşin daha da ilginci, birçok azgelişmiş ülke, gelişmiş ülkelere göre ticarete çok daha açık olmuşlardır. Örneğin küreselleşme yarışında arkada kaldığı iddia edilen Sahara-altı-Afrika iddia edilenin tersine dünya ortalamasının her zaman için üzerinde bir ticaret oranına sahip olmuştur. Örneğin 1960’da dünya ticaret oranı yüzde 24.9 iken, Sahara-altı-Afrika’da iki katından fazlayla yüzde 50.3’tür. Hiç şüphesiz bu ülkeler birçok nedenle uluslararası piyasalarda marjinalleşmişlerdir ama bu durum bu ülkelerin ticarete kapalı oldukları anlamına da gelmez. Nitekim 2001 yılında bile bu ülkelerin ticaret oranı yüzde 63.3 ile dünya ortalamasının (yüzde 58.2) üzerindedir. Dolayısıyla eğer yukarda değinilen iyimser tartışmalar doğru olsaydı, gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelere oranla daha hızlı büyümeleri ve dünya gelir dağılımında bir iyileşme beklenirdi.

 

Kabul edilmeyen son 

Serbest piyasa ekonomisi birçok iktisatçı üzerinde adeta dinsel bir etki yaratmaktadır. Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesinin tüm ülkeler için yararlı olduğu anlayışı böylesine bir inançtan kaynaklanır. Adam Smith’in “görünmez el”inin aslında Tanrı’nın eli olduğuna inananlar olmuştur. “Görünmez el” kavramı diğer hiç bir sosyal bilimde ciddiye alınmazken şaşırtıcı bir bicimde iktisatçılar arasında itibar bulmuştur.

Küresel serbestleşme politikalarına olan inanç İngilizcede “kuşkunun gönüllü olarak askıya alınması” (the willing suspension of disbelief) diye bir tabiri anımsatır ki bu, insanin inanmak istediği şeylere gönül rahatlığıyla inanmaya devam etmek için gerçekleri isteyerek görmezden gelmesi anlamına gelir. Küresel serbestleşme politikalarının başarılı olup olmadığının sınanması, başarı kıstaslarının net olarak belirlenmesini gerektirir. Bu politikaların gerçek amaçlarının ne olduğu konusunda ise bir görüş birliği yoktur. Serbestleşme politikalarına eleştirel yaklaşan iktisatçılar bu politikalarının gerçek amacının büyümeyi hızlandırmak ya da küresel eşitsizliğe bir çözüm bulmak değil, tam tersine küresel sermayenin çıkarlarını gözetmek olduğuna inanırlar. Serbestleşme politikaları eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmamış ama asıl amaçlarına ulaşmada son derece başarılı olmuşlardır. Yoğun olarak uygulanmaya başlamalarından bunca zaman sonra, beyan edilen amaçlara ulaşmadaki açık başarısızlıklara rağmen bu politikalar için duyulan heyecanın başka bir açıklamasını bulmak kanımızca son derece zordur.

(Doç. Dr. Turan Subaşat)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler