'Türkiye'de ötelenmiş kesim gençler ve kadınlardır'

Sivil toplum kuruluşlarında yaptığı çalışmalarla tanınan İbrahim Betil, son aylarda 'Yargıda Reform' konusuna dikkat çekmek için bıraktığı sakalıyla gündemde. Kendi tabiriyle rahatsız bir insan o ve bu huzursuzluğunu gidermek için toplumsal konularda çalışmaktan, elini taşın altına koymaktan çekinmiyor ve sınırları olmayan bir dünya hayaliyle yaşıyor.

Yayınlanma: 20.06.2012 - 16:40
Abone Ol google-news

TEGV, TOG, Enka Okulları, Öğretmen Akademisi Vakfı, Hrant Dİnk Vakfı ve son olarak Sen-De-Gel Derneği kurucusu ve baş gönüllüsü İbrahim Betil yaptığı çalışmalar üzerine  http://soylesigunlugu.blogspot.com   bloğunun kurucusu Elif Karaca ile söyleşi yaptı.

Kendisi, ülkenin en büyük finans kuruluşlarında yöneticilik yapmış ama bu titrinden çok toplumsal konulardaki duyarlılığı ve çalışmaları ile tanınmış biri. Bazı insanlar var ki, kişisel gelişimlerini sadece daha çok para kazanmak, daha iyi bir hayat yaşamak üzerine kurgulamaktan çok daha ötesini gerçekleştiriyorlar.

Başkaları için de çalışıp toplum için fayda üretiyorlar. Toplum için fayda üretmek için gerekli olan "erdem" ise maalesef öğretilemiyor. Duyarlılık, gönüllülük insanın içinden geliyor.

-İnsanlar neden sosyal işlerde gönüllü olurlar? Sizin profilinizdeki biri; neden belirli bir yaştan sonra köşesine çekilip gezip tozmaz?

Genelleme yapmak ne kadar doğru bilemiyorum ama ben rahatsız bir insanım. Türkiye, dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğu halde sosyal yönden oldukça geri kalmış bir ülke. Eğitim düzeyi, kadının toplumdan dışlanmışlığı, kadına uygulanan şiddet, sağlık harcamalarına ayrılan pay... Bir yurttaş olarak ben bunlardan huzursuzluk duyuyorum. Sadece bir kurumda yönetici olmakla bazı şeyleri değiştirmenin mümkün olmadığını bildiğimden, gençlerden ve eğitimden başlayarak, bir farklılık yaratarak huzursuzluğumu gidermeye çalışıyorum. Benim için rahat etmek; bacak bacak üstüne atıp film izlemek veya tekne alıp dünyayı gezmek değil. Dünyayı geziyorsam bir amacım olmalı.

-Sivil toplum kuruluşlarında gençlerle birlikte gönüllü çalışıyorsunuz. Türkiye’de gençler ne durumda sizce?

Dünya’daki gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerle karşılaştırdığımız zaman Türkiye’de kadınlar ve gençler toplumda ötelenmiş ve dışlanmış kesimlerdir. Bu son derece dikkat çekici.

-Kadınlara olan dışlanmışlığı biliyoruz ve tartışıyoruz hep ama gençlerle ilgili dışlanmışlık çok da konuşulmuyor, biraz açabilir misiniz?

Tabii. Türkiye’de nüfusun %60 civarı 30 yaş altında olmasına rağmen mesela parlamentoda 30 yaş altında kaç kişi var? Türkiye’de ötelenmiş kesim gençler ve kadınlardır. Türkiye’de her şeye muktedir olduğunu düşünen ise yetişkin erkeklerdir.

-Doğu kültürü genelde bu yönde işlemez mi zaten?

Doğu kültüründen neyi kastettiğimize bağlı. Mesela iş hayatının içinde kadın nüfusunun sadece %23’ü yer alıyorsa ve Afganistan’da, İran’da bu oran daha fazla ise biz acaba hangi Doğu kültüründen bahsediyoruz. Bence bu, devletin baskıcı yönetim anlayışının etkilediği kültürel bir model. Baskı bizim toplumda aileden başlıyor; “Sus küçüğüm, söz büyüğün”. Sonra okulda, sınıflarda; “Çiçek ol, beni dinle”. Kollar kapalı, söylediğimi ezberle. Çoktan seçmeli sorulara cevap ver. Doğru yanlış ile ilerle. Sessiz sınıf, soru sormayan çocuklar. Üniversitelere gelindiğinde de olay pek değişmiyor ve gençlere güvenmeme kültürü devam ediyor. Devlette de benzeri devam ediyor, vatandaş devlete itaat etsin.

“STK’ların yıllar boyunca şeffaf olmaması, gizli gündemler ile bir şeyler yapma
girişimleri de sivil topluma karşı güven kaybına yol açmıştır.”

-Siz eğitimle yakından ilgili bir insansınız. Şu anda yeni bir eğitim sistemi tartışılıyor. Politikacılar eğitim sisteminde yapacakları değişiklikler ile ilgili eğitimcilerden ya da bu konuda çalışan Sivil Toplum Kuruluşları’ndan(STK) görüş alırlar mı?

Eskiye oranla şimdi daha fazla görüş alınıyor STK’dan. Görüş alınıyor ama ne kadar uygulanıyor bundan emin değilim. Gençlikle ilgili mesela bu hükümet Toplum Gönüllüleri Vakfı’ndan pek çok konuda görüş alıyor. Buna rağmen hala değiştirilmesi gereken çok şey var. Bunun için sivil toplumun sesini biraz daha çıkartması gerekli. Sorunların kaynağının sadece devletin baskıcı tavrı ile de sınırlanmaması lazım. STK’ların yıllar boyunca şeffaf olmaması, gizli gündemler ile bir şeyler yapma
girişimleri de sivil topluma karşı güven kaybına yol açmıştır.

-4+4+4 formülü ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Hala net olmayan bazı konular var. Zorunlu eğitim süresinin 12 yıla çıkartılmış olmasından ve kademelendirilmesinden bir rahatsızlığım yok. Rahatsız olduğum konu 66 ayını dolduran çocukların ilköğretime alınacak olması. Bunlar daha okul öncesi eğitim alması gereken çocuklar. Bunu formel eğitiminin içerisine 1.sınıf olarak sokmanın yanlış olduğunu, bilimsel eğitim yaklaşımı ile örtüşmediğini düşünüyorum. Aileleri de çok tedirgin ediyor bu durum. Birinci eleştirim burada.

İkinci eleştirim de, ilk 4 yılı bitiren çocukların ortaokulda alan seçme konusuna yönlendirilmelerini doğru bulmuyorum. Çünkü 9 yaşına gelmiş çocuğu bir alan seçmeye yönlendirmek demek, aslında o çocuğun yeteneklerini-becerilerini keşfetmesine, kendisini tanımasına olanak sağlamadan ailesinin dogmatik doğrularına göre yönlendirilmesi demek. Bir annenin, babanın doğrusu ile, o çocuğun
beceri ve yetenekleri örtüşmeyebilir.

-Eğitim aslında ailede başlıyor. Okuldaki eğitim elbette devlet eli ile bir şekilde iyileştirilebilir ama ailedeki eğitim kalitesi nasıl iyileştirilebilir sizce?

Ailedeki eğitimin kalitesi, uzun vadede kadınların okullaşmasını artırmamızla mümkün. Türkiye, kadınların ilköğretim mezunu olmaları konusunda dünyada 200 ülke içinde 105. sırada. Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden daha önemlidir. Kadın eğitildiği zaman: 1- Çocuk ölümleri azalıyor. 2- Çocukların eğitim oranları artıyor. 3- Çocukların bedensel ve duygusal gelişimleri daha hızlı oluyor. Bütün bu bulgular varken, biz kadınların eğitimini önemsemeyip onları okullardan uzaklaştırarak toplumun gelişimini ciddi şekilde köreltmişiz. O nedenle önce kadınlar eğitilecek, ondan sonra ailede çocuklara karşı daha nitelikli bir yaklaşım başlayacak. Bu, en azından 15-20 yıllık bir süreçtir. Maalesef geceden sabaha olması mümkün değil.

-Üniversitelerin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Üniversitelerin sayıca çok fazla olduğunu düşünüyorum. 165-170’e yakın üniversite var Türkiye’de. Bir bakıma yükseköğretime olan talebi karşılamak adına önemli, ama ben üniversitelerin nitelik olarak çok yetersiz olduğunu düşünüyorum. Sırf üniversite açmış olmak adına bir yerlerde üniversiteler açıldığını düşünüyorum. Akademik yönden dünyanın gelişmiş üniversiteleri ile boy ölçüşebilecek noktada olmadıkları kanısındayım.

-Nasıl değişir bu durum? Yükseköğretimde kalite nasıl artırılabilir sizce?

Bir kere üniversiteye olan talebi biraz kısıtlayabilmemiz gerek. Lise düzeyinden başlayarak meslek okullarını gençler tarafından tercih edilebilecek, arzu edilebilecek eğitim ortamları haline getirebilmemiz lazım. Bunu sağladığımızda üniversiteye olan talep azalacaktır. O zaman, üniversitelerin kaliteleri biraz daha artabilecektir. Bu nihayetinde oradaki öğretim üyeleri ile, yapılacak araştırmalar ile, öğrencilerin laboratuvarlarda, sınıflarda çok kalabalık olmamaları ile bağlantılı bir olay.

-Sakal bırakmanız çok konuşuldu ve gördüğüm kadarıyla halen sakallısınız. Bu bir tür eylem ya da protesto şekli mi?

Ben yıllar boyunca her gün traş olan bir insan olarak, sakal bırakmayı dikkat çekmek için yaptım. İnsanların en azından dikkatini çekip, Türkiye’de yargıda reform yapılması konusunu gündeme getirmek için bir girişim başlattım. Yaklaşık 3000 küsür katılımcıyla bir platform oluşturduk. Öneriler geliştirdik ve bu önerileri Adalet Bakanlığı’na ilettik. Bir reform çalışması yapıldığına yönelik ifadeler var, bunlara bir katkı sağlar mı sağlamaz mı bizim önerilerimiz, buna siyasiler karar verecek. Yargı konusunun Türkiye’nin ciddi adımlar atması gereken bir alan olduğunu düşünüyorum. 1940’lı yıllarda devlet bütçesinin içinde Adalet Bakanlığı’na ayrılan pay %3.5 iken, aradan geçen 60-70 yılda bu pay eriyip eriyip %1’e indiyse, bu durum benim kafamda bazı sorular oluşturuyor. Suç oranları azaldı mı? Uluslararası istatistik enstitülerinin çalışmalarına bakıyorum böyle bir şey görmüyorum. Niçin tutukluluk oranlarının bu kadar yüksek olduğu bir ülkedeyiz? Adalet mekanizması neden yavaş çalışıyor? Hakim ve savcı açıkları neden kapatılmıyor? Bir hakime neden 50 dosya yerine 500 dosya veriliyor? Tabii bunlar hep süreci yavaşlatıyor ve bence herhangi bir ideolojiden bağımsız olarak yurttaşın adalet sistemine olan güvenini sarsıyor.

“Yapılan yanlışların sorgulanması için 30 yıl mı bekleyeceğiz?”

-Bir yanda da tecavüz, kadına şiddet vb. konularda cezalar caydırıcı değil. İnsanların adalete olan inancını sarsan şeylerden biri de bu.

Bu iş artık trajik boyutu aştı. En son küçük bir çocuğa tecavüzde bulunan sapıklar için, mahkeme tarafından “kendi rızasıyla gerçekleşti” kararı verilerek beraat kararı verildi. Bütün bunlar toplumun vicdanını olumsuz yönde etkiliyor. Bir Uludere olayı var; 34 tane çocuğum öldü, adalet sistemi hala sorgulamıyor. Ama dönüyor geriye; 28 Şubat olayını veya 1980 olaylarını sorguluyor. O zaman ben de şunu soruyorum: Yapılan yanlışların sorgulanması için 30 yıl mı bekleyeceğiz? Yurttaş olarak çok şikayetçiyim. Yakıştıramıyorum dünya ekonomisinin önderlerinden birine. Eğer sosyal alanda gelişme gösteremezsek, Türkiye’nin ekonomik büyüklüğünü sürdürebilirliği ciddi biçimde riske girmiş olacak.

-İnsan hakları ve adalet demişken; Hrant Dink vakfında da çalışmalarınız var.

Bu çalışma; insan hakları, vicdan özgürlüğü, özgür ifade için ve geçmişle bir şekilde hesaplaşma ve yüzleşmeye yönelik... Benim için bir insanın inancı, kökeni, hiçbir koşul altında o insanın şiddete maruz kalmasına sebep olamaz. Bu yapılıyorsa, bunu yapan her kimse, hangi anlayış ise, bunun hesabının sorulması lazım. Bu toplumda hukuk çalışmadığı için maalesef geçmişte çok sıkıntılar yaşadık. Kimisi komünist diye içeri atıldı, kimisi ülkücü diye öldürüldü. Düşüncelerinden dolayı insanlar yok edildi. Şimdi Kürtler ile ilgili yaşıyoruz aynı sıkıntıları. İşte Ermeni diye ayrımcılık, hristiyan diye ayrımcılık... O zaman şunu sormak geliyor aklıma: Nedir bu topraklarda yaşamayı hak etmenin temel özelliği? Sünni, Türk ve devletçi olmak mı? Bu mu arzu ettiğimiz, zengin, farklılıklarla bir arada olan Anadolu Kültürü? Bu mu örnek aldığımız Mevlana’nın bakış açısı? Yoksa bunları kenara itip, bunlar lafta kalsın biz yine bildiğimizi okuruz yaklaşımı mı geçerli olur? Hrant Dink Vakfı’nın çalışmaları bir yerde adalete, insan haklarının önemli olduğuna dikkat çekmek amacında. Bu da sadece Hrant Dink için yapılmıyor. Toplumda bu konuda bir duyarlılık yaratmak amacı ile çalışılıyor.

-Sen-De-Gel Derneği’ni kurdunuz, derneğin çalışmalarından bahsedebilir misiniz biraz?

Amaç; dünyanın en az gelişmiş ülkelerinde sosyal ve ekonomik gelişime sürdürülebilir destek sağlamak. Buradan yardım toplayıp oraya para göndermek yerine, verilecek destek ile orada ekonomik bir gelişimin sosyal gelişimi tetiklemesine yardımcı olmak istiyoruz. Gambiya, Afrika’nın en küçük, en yoksul ülkesi, oradan başlıyoruz...Balıkçılık, hayvancılık, marangozluk, kaynak atölyeleri, kadınların el işlerini geliştirmek gibi çok çeşitli projelerimiz var. Bunların her biri ekonomik yaşamda etki yaratabilecek şekilde tasarlandı.

-Gambiya nasıl seçildi?

Gambiya’dan 2 kişi internet üzerinden Toplum Gönüllüleri Vakfı’nı bulmuş. Orada bir dernekleri var, kadını ve çocuğu geliştirmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar. Bizden yardım ve işbirliği talep ettiler. Ben de onun üzerine Gambiya’ya gittim. Dolaştım, köylerinde yattım kalktım. Kadınlarla, gençlerle toplantılar yaptım ve bu projeleri birlikte geliştirdik. Onun üzerine böyle bir dernek kurup işe Gambiya’dan başlayalım dedik.

-Geçtiğimiz yıl Somali’ye çok ciddi yardım yapıldı devlet kanalı ile. Eleştriler de oldu neden Somali, neden Afrika diye. Size de böyle tepkiler geliyor mu ne işiniz var Gambiya’da diye?

Eleştirel anlamda olmasa bile anlamak adına soruyor insanlar. Ben de kendilerine şunu söylüyorum.

Benim Türkiye’de gitmediğim il yok. Türkiye’de de yoksulluk var ancak oradaki yoksulluk başka bir yoksulluk. Günde bir öğün yemekle yaşanabileceğini gördüm ben orada. Burada yurttaşlarımıza olan desteğim devam ederken, eş zamanlı olarak oralarda da bir şeyler yapmanın insani bir görev olduğu düşüncesindeyim. Ben meseleyi insani bir bakış açısı içinde değerlendiriyorum. Benim için sınırlar önemli değil. Ben sınırsız bir dünya özlemi içindeyim.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler