Hüsnü Arkan'la 'Uyku' üzerine

Uyku, daha çok besteleri ve seslendirdiği şarkılarla bilinen Hüsnü Arkan'ın dördüncü romanı. Yapıt, aslında yazarın ilk romanıymış. Ancak Arkan, arada üç roman bir de şiir kitabı yazdıktan sonra bu ilk dosyasına dönmüş. Uyku'da ütopik bir dünyanın kapılarını aralayan yazar, ütopyaları tarihsel şartların harekete geçirdiği ve bugün için ütopyalar döneminin -en azından geçici bir süre- bittiği görüşünde. Arkan'la yeni kitabını konuştuk.

Yayınlanma: 12.02.2009 - 15:23
Abone Ol google-news

Romanınızın konusundan ve içeriğinden söz eder misiniz?

- Uyku, kurgusal bir roman. Yazmaya başladığım ilk roman. Uzun yıllardır bekliyordu. Kurgulanmış bir dünya, kurgulanmış toplum, kurgu kahramanlar... Bu roman, tamamen kurgusal olmasının yanı sıra, bir yanıyla da bir karşı ütopya. Yalnızca bir ütopya değil; ütopyayı da sorgulayan, sorgulamaya çalışan bir ütopya. Yalıtılmış bir ortamda, dış dünyayla ilgisi olmayan bir ortamda, bir anti kahramanın -akışı kahraman değil olaylar belirlediği için- çevresinde dönen ve onun gözlemleyip anlattığı, zaman zaman yorumladığı olayları ve kapalı bir mekânı konu ediniyor.Muhalif düşünceleri nedeniyle bir rüyaya sürgün edilmiş bir adamın hikâyesi... O rüyada her şey, gerçek dünyadaki gibi yaşanıyor.

 İlk yazmaya başladığınız roman olduğunu söylediniz. Neden bu kadar uzun süre bekledi?

- Özel bir nedeni yok, bir kenara bırakmıştım dosyayı. Sonra o dosya yeniden karşıma çıktı. Yeniden üstünde çalışmaya başladım.

Neden ütopik bir roman?

- Bunun da belirgin bir nedeni yok. Bundan sonra yazacağım bir tür de değil. Söylediğim gibi, bu dosya epey eski bir dosya. Onu değerlendirmiş olmak da bugünün gözüyle yeniden -yirmi beş yıl sonra- ele almış olmak da hoşuma gitti. O zaman yazdıklarım, şimdi düşündüklerim, farklılaşan konular... Gerçi temelinde hiçbir şey değişmedi, karşıt olma hali, bir karşıt dünya kurgulama fikri değişmedi. Tabi değişen çok şey de olmuş; birçok şeyi yeniden yorumlamam gerekti. Ütopya takıntım yok ama insanlar dış dünyayı algılarken sadece verili gerçeklikle yetinirler. Daha doğrusu, verili gerçekliğin dışında algılamalarını doğuracak bir şey yok. Özellikle az kitap okunan toplumlarda, az film izlenen, kültürel değerlerin çok fazla önemsenmediği toplumlarda insanlar verili gerçekliğin dışına çıkmıyor. Yalnızca ekmek parasını düşünüyor; ailesi varsa, evliyse, çoluğu çocuğu varsa yalnızca onları mutlu etmeyi düşünüyor; meslek sahibiyse mesleğinde ilerlemeyi düşünüyor... Fakat bunun dışında neler yapabilirim, hayata nasıl yön verebilirim, toplumun dönüşümünü nasıl sağlayabilirim gibi konularda genellikle fikir sahibi olamıyorlar. Bu kapitalizmin olduğu kadar bir takım insani duyguların da gereği tabi. Dünya bütün bunların etrafında döndüğü için, dış dünyaya müdahale şansınız tesadüflere, daha doğrusu tarihsel koşullara kalıyor. Örneğin 19. yüzyıl Avrupası bu tarihsel koşulların uygun olduğu bir dönem. Sanayileşmenin bir parça iyileştirdiği bir hayat var. 12 saatlik çalışmadan 8 saatlik çalışmaya geçiliyor. Sanayileşmenin öncesinde 8 saatlik iş günü bir hayaldi, bir ütopyaydı. 100 yıllık 150 yıllık bir savaşımdan sonra bu talep gelişti ve o ütopya gerçek oldu. Aynı durum kadın haklarının bugün vardığı aşama için de geçerli. Tarihsel koşullar ütopya fikrini harekete geçiriyor. Ancak bugünlerde benim gördüğüm, '80'den sonra bu sistemin geldiği son noktada tarihsel koşulların da ortadan kalktığı. Bir başka deyişle insanlarda ütopya fikrinin oluşacağı tarihsel dönem artık yok. Bunun geçici bir dönem olmasını diliyorum. Böyle bir ortamda ütopik bir roman yazmanın daha anlamlı olduğu kanısındayım.
 

Yeni bir dünya

Voltaire'in Candide yapıtına, romanın birçok yerinde rastlanıyor. O kitapta sizi en çok etkileyen ne oldu?

Candide, çocukluğumdan bu yana en sevdiğim, tekrar tekrar okuduğum kitaplardan biri. Yeni bir dünyayı tanımlıyor. 1700'lerin sonu. Dünya hızla değişiyor. O yılların Fransa'sı görülmemiş bir hızla gelişiyor. İmparatorluk kavramı sorgulanmaya başlıyor. Özgürlük fikri canlanmaya başlıyor. Felsefe, edebiyat ve müzikte bir hareketlenme var. O dönemi çok güzel tarif ediyor Candide. Bir yanda Pangloss, göçen güçleri, dini, kiliseyi ve kiliseyle monarşinin ilişkisini temsil eder. Dünyanın iyi olduğunu, olduğu gibi kalması gerektiğini, hiçbir ütopyaya gereksinim olmadığını söyler. Öte yanda Pangloss'u olumsuzlayan olaylar var. Dünya olduğu gibi duran ve durması gereken bir mekân değil. Candide'i gençliğimde okumuştum, solculuğa ilk heveslendiğim yıllarda ve çok çarpıcı gelmişti bana. Hâlâ, her okuyuşumda etkiler beni.

Voltaire bir anlamda, iyimserliği savunan filozoflarla alay etmek için yazmıştı Candide'i. Sizin yola çıkış noktanız nedir?

Ütopya kavramı hem geleceğe hem geçmişe yöneltilebilir. İslamın Asr-ı Saadet devri var örneğin ya da Hıristiyanlığın Altın Çağı. Aşağı yukarı her toplumun böyle bir dönem kurgusu var. Cennet, cehennem fikri, herkesin eşit olacağı bir kıyamet fikri de geleceğe dönük modeller. Benim anlatmak istediğim, aslında bütün bu modellerin dışında kalan ütopyaların da gerçekle bağlantılı olduğu; olabilecek en iyi ütopyanın da sorunlar taşıyacağı ve bugüne çok benzeyeceği. Bugünkü taleplerimizde de ütopik durumlar var, az önce örneklediğim gibi. O nedenle, çok iyi yaşayacağımızı düşündüğümüz bir toplumda da bugünküne benzer sapmalar olabilir. İnsanlar bir araya gelip birlikte üretmeye başladıklarında yalnızca bilgi, yalnızca iyi bir gelecek fikri üretmiyorlar. Çok iyi insanların oluşturduğu bir toplum dahi sorunlar üretiyor. Bunları vurgulamaya çalıştım.

Romanın büyük bir bölümü uykuda geçiyor. Rüyalar ne ifade ediyor sizin için?

Rüyalar üzerine çok düşünmedim. Evet romanın neredeyse tamamı uykuda geçiyor, uzun bir rüya görüyor kahraman. Ama işin teknik yanını çok önemsemedim. Önceki romanlarımda yararlandığım birkaç psikoloji kitabına şöyle bir baktım yeniden ama fazla etkisi olmadı. Daha çok olayı, olayın kendisini ön plana çıkarmaya çalıştım. Ara ara rüyalarımı not aldığım olur. Yazdıklarımda kullanırım. Çok absürd rüyalar gördüğümde de durup düşünmem pek.

Konu ütopik bir roman olunca, karşı dünya yaratan bir yapıt olunca, içinde semboller olup olmadığını düşündürüyor ister istemez. Örneğin neden konuşan tek hayvan türü keçi?

Bunun, öyle çok özel bir anlamı yok ama genel, türdeş olmaya ilişkin yargılarımızı eleştiren bir anlamı olduğunu söyleyebilirim. Eğer öldürdüğümüz hayvanlar düşünebiliyor ve konuşabiliyor olsalardı onlara bakış açımızın gerçekten değişip değişmeyeceği sorusu önemlidir. Çünkü insan, düşünen ve konuşan canlıları, kendi türdeşlerini de öldürüyor. Bunu yaparken, eylemini aynı gerekçeyle, hayatta kalma güdüsüyle tanımlıyor. Bugün İsrail ve ABD hükümetlerinin yaptığı budur; konuşanları, türdeşlerini öldürüyorlar ama öldürdükleri insanlar onlara türdeşleriymiş gibi gelmiyor. İspanyol rahipleri Amerika'ya ayak bastıklarında, yerlilerin insan olup olmadıklarını tartışıyorlardı. Yüz elli yıl öncesine kadar, yurttaş insanlar, yurttaş olmayan insanların, yani kölelerin hakları olabileceğine inanmıyorlardı.Bugün bütün bu sorunlar çözülmüş gibi görünse de, küresel gerçeğe dönüp baktığımızda ve baskın yargılardan sıyrılarak baktığımızda durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Afrika için ekmek ve asgari özgürlükler fikri hâlâ bir ütopya. Dahası, bu durum bizim kültürel algılayışımızda da uzun süre yerini koruyacağa benziyor. Hâlâ, kültür modelleri arasında hiyerarşik yapı farkları olduğuna inanılan bir çağda yaşıyoruz.

Karakteri yaşatmak

Peki karakter seçiminiz?
Bir cambaz, bir doktor, bir müdür...

Sembolik bir anlatım değil benimki. Bir karakter grubunu şununla, öbürünü bununla ifade edeyim diye bir düşüncem olmadı. Sadece karakterleri yaşatmaya çalıştığımı söyleyebilirim. İşte, baş karakter biraz daha belirgin bir tip ama o da diğerleri gibi koşulların egemenliğinde. Romandaki olayların geçtiği hayali adada, geleneksel ve bugünküne benzeyen bir işleyiş biçimi var; ekonomik, politik, kültürel... Bu herkesin iradesi dışında olagelmiş bir durum. Bütün karakterler de bunun belirleyiciliği altında. Bu dünyadan pek farkı yok. Hepimiz baskı altındayız. Ancak sistemden memnun değilseniz, düşünmeye başlamışsanız, sistem sizi kendiliğinden dışına atıyor. Yine de bir biçimde o sisteme ihtiyaç duyuyorsunuz, fiilen orada yaşamaya devam ediyorsunuz çünkü. Romanı yazarken, doğrudan ütopik olanı anlatma amacı gütmedim. Bu yüzden sembolize edilmiş kişiler değil roman kahramanları. Benim çabam insanı anlatmak, bunu da ütopyanın bilinen kalıplarına oturtmaktı. Aslında böyle bakınca ütopik bir roman demek pek doğru gelmiyor bana. Kurgusal demek daha doğru, daha kapsamlı. Ütopik bir havası var diyelim sadece. Uyku/ Hüsnü Arkan/ İthaki Yayınları/ 220 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler