Yaşam üzerine fantezi

Federico Fellini'nin (8 ½) filmini uzun yıllar sonra tekrar seyrettim. Marcello Mastroianni ve Claudia Cardinale'nin oynadığı, konusu bir stüdyoda bir film yapma süreci ile ilgili bir fantezi idi.

Yayınlanma: 31.05.2013 - 08:16
Abone Ol google-news

Başarılı bir rejisör bir film yapıyor. Filmin, her sahnesinde yemek yedikten sonra midedeki hazımsızlığa yakın bir durum var. Fakat sonra farkına varıyorsun, yaşam zaten bir hazım ya da hazımsızlık süreci. Sürekli bir hazımsızlık, sürekli bir hazmetme çabası. Yemekleri sen seçiyor gibi görünsen de önüne konulanları yiyorsun. Aşçı boyuna değişiyor.

Yaşam bu tür öykülerden oluşmuyor mu? Sırası gelen sahneye giriyor ve çıkıyor. Yerine oynayacak sonsuz insan var. Her sahne tekrar eden bir tören ve sonunda ölüm de bir tören. Filmin yaratıcısı bunun sonu gelmeyen bir oyun olduğunu gösteriyor. Fellini filmin sonunda bütün oyuncuların katıldığı bir halay çektiriyor. Rejisör de oyuna katılıyor. Bu rejisör de olabilir ordu komutanı da, kral da, diktatör de. Yaşam değişken ve doğa ile bütünleşen sonsuz bir süreç. Kimse Lao Tzu kadar açık görmemiş bunu. Tao Te Ching’de süreç, oyuncular ve kaderleri Tao’yu ilgilendirmez. Çünkü O sadece mükemmel bir mekanizmadır. Bugün diktiğiniz çam ağacı öldüğünüz zaman sizin için göz yaşı dökmeyecek.

Fellini büyük usta. Film içinde kısa süreli olaylar var. Her olay, birden, yaşamın en önemli olgusu oluyor. Özgün de olabilir, yineleme de. Fakat o sırada film dünyadaki en önemli şey oluyor. İnsan yaşam sürecinin bu tesadüfiliğini bilinçlendirdiği zaman, kendisini rüzgârın savurduğu bir toz tanesi gibi hissedebilir. Bunu söyleyen ne çok yazar okudum. Bu sürüp giden ve aktörleri değişen film aşağıdaki Chuang Tzu’nun hikâyesinde de var:

Chuang Tzu’nun karısı ölür. Bir arkadaşı baş sağlığı dilemeye gider. Eve yaklaşırken Chuang Tzu’nun saz çalıp şarkı söylediğini işitir. Eve girince ‘karın yeni öldü sen üzüntü içinde olacağına saz çalıp türkü söylüyorsun’ der.

Chang Tzu; ‘ben bütün yaşamım boyunca yaşam ve ölümün kardeş olduklarını söyledim, karım öldü diye bu inancımdan vaz mı geçeceğim ?’ diye yanıtlar.

İnsanların sevdiklerinin acı çekmeleri ve ölüm karşısın da üzüntüleri çaresizdir. Ama doğanın acımasız olduğu ve tanrılarında ölenler için üzülmedikleri kesindir. Tanrılar kaderlerini teker teker saptasalar da insanlara acımazlar. Çünkü yaşam süreci doğarken saptanmıştır. Tanrıların kararları insanlara malum olmadığı için ölüm’ün çevresinde insan hayalinin yarattığı en geniş mitoloji yaratılmıştır.

Mitoloji yaratmanın ya da mitolojiden yararlanmanın pek çok türü var. Yaşamının son yıllarını Roma imparatorluğu sınırlarının vahşi bir köşesinde tamamlayan Ovidius’un Metamorfozlar’ında Yunan , Roma ve başka mitolojiler üzerine yazılan hikâyeler var. Bunlarda zaman kavramı da yok. Her çağda ve her an olabilir.

Sevgili Okuyucular,

Türk edebiyatında Ovidius, Joyce gibi yazarların yapıtlarındaki entelektüel içeriklerle paralellik kurabileceğiniz yapıtlar hatırlıyor musunuz? Yazarın kurguladığı yaşam, kameraların ekranlarına geçirdikleri sahneler gibi, düğmeye bastığın zaman değişebilecek bir çeşitlilikle akıp gidiyor mu?

Bir an’a sığdırılmış yaşam deyince James’ın Joyce’un ‘Ulysess ‘ adlı romanı hemen anımsanır. Onun hikâyesi de bir güne sığar, kurgusu da mitolojiye uzanır. Derrida Joyce’un yapıtın da yaşamın gerçek anlarından çok yapay anılarla (mnemonics) kurulduğuna dikkat çeker. Anılar sahte olunca tarihin her hangi bir döneminden derlenmeleri hem doğal, hem de kolay. Joyce’da tipleme kaynağı Homeros’dan da Shakespeare’den kaynaklanabiliyor.

Burada entelektüel düşüncenin gerçeği ve hayali birleştirdiğini ve zamansal bir sıçrama yaparak geleceğin olasılıklarını da kurguya kattığını görüyorsunuz.

Entelektüel kurgu size gerçek ve hayali geçmişi ve geleceği aynı hikâye içinde sunuyor. Beni kendi kültür tarihimizde en çok rahatsız eden tarihi olgulardan biri yazınımızda benzer gelişmeleri bulamamak. Ve bunun kültürdeki başka eksiklikleri yansıtması.

Fellini’nin filminde ‘absurde’ çelik strüktürler var. İnsanlar üzerlerine çıkıp dolaşıyorlar. Sanatçının hayalinde, sanayi dönemi sonunda, dünyanın gelecek fiziksel görüntüsü bağlamında yıkıcı vizyonlar oluşmuş olmalı. Film ya da roman, her entelektüel analiz yaşamı çok farklı boyutlarıyla yansıttığı kadar ölüm olasılığını da kurguya katıyor. Fellini’nin filminde seyirci tanımlayamadığı hisler arasında dünyanın geçiciliğini ve ölümü hissediyor. Filmin sonunda çelik konstrüksiyonların sökülmeğe başlanması geleceğin yıkılması ya da çağdaş dünyanın sonu olarak da yorumlanabilecek bir duygusal ortam yaratıyor.

1952 tarihli bu film, Fellini’nin de Nagazaki ve Hiroşima’nın atom bombası ile yok oluşlarında seyrettiği imgeyi, insanlık için spektaküler bir son olarak yapıtına da yansıttığını düşündürüyor. Her şey bir metafor. Ne var ki film insanlığın sonuna ilişkin bir kuşku uyandırsa bile, sonunda insanın bunu bando mızıka ile geçiştirebileceğini de gösteriyor. Kuşkusuz bu da aldatıcı bir çaba. Son sahnede tekrar ortaya çıkan palyaço olanların tümümün bir komedi olduğunu anımsatıyor.

Nedense cenaze törenlerinde ya da asker şehitler sınırdan geldiği zaman Chopin’inin cenaze marşını çalan askeri bandoları düşündüm. Türkiye’de bunu Atatürk’ün ölümünden sonra çok gördüm. Her törende Chopin’i törenin bir köşesine sıkıştırıyorlar. Türkiye değişiyor mu? hem de nasıl? Her gün müzikli cenaze töreni var.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler