Mollaların Gölgesinde/ 3

İmamiye Şiiliğinde, Ehl-i Sünnet’ten farklı olarak yönetim ve yöneten konusunda önce makam tarif ediliyor, sınırları çiziliyor, ardından da o makama oturacak kişide aranması gereken koşullar belirleniyor.

Yayınlanma: 04.08.2009 - 09:28
Abone Ol google-news

Çağdaş Şii felsefecilerinden ve İran İslam Cumhuriyeti’nin Vatikan Büyükelçisi Muhammed; Mescid-i Camii, Şia ve Ehl-i Sünnet’in yönetim ve yöneten anlayışındaki farkını şöyle özetliyor:

“Sünnilerin yönetim konusundaki görüşleri, Kuran’ın, Peygamber’in sünnetinin ve bazen de sahabe mirasının etkisi altındadır. Fakat yöneten konusundaki görüşleri tarihsel olayların etkisindedir. Tabiri caiz ise yönetim ve özellikleri konusunda idealist iken, yöneten konusunda realisttirler.

Bu konunun anlaşılması için temel noktaya, yani iki ekolün imamet ve vesayet hakkında görüşlerine işaret etmemiz gerekmektedir. Bu noktada mesele Peygamber’in imam ve vâsisinin kim olduğu değildir. Mesele buradan başlamıyor. Şia’ya göre esasında sorun imam ve vâsi sorunu değildir, konum ve makam sorunudur. Mesele, halifenin kim olduğundan çok, halefliğin kavramsal çerçevesi, boyutları ve özellikleri, hangi niteliklere sahip kimsenin bu makamda kalabileceği ve bulunması gerektiği hususu üzerinedir. Şia’ya göre imamet ve hilafet konusunda mesele kişiden ziyade makam ve niteliktir. Öncelikle mevki tanımlanıp sınırları çiziliyor ve ondan sonra mevki sahibi kişi belirleniyor. Ehl-i Sünet’te ise durum bunun tersidir. Önce mevki sahibi belirleniyor sonra da onun özelliklerine göre makam tanımlanıyor, sınırları çiziliyor. Önce vâsi ve halifeyi tayin ediyorlar, sonra da vesayet ve hilafetin tanımını yapıyorlar.”

(Ehl-i Sünnet’te ve Şia’da Siyasi Düşüncenin Temelleri - İnsan Yayınları)



İmamet’in özel bir mevkiisi ve durumu bulunuyor


Elbette buradaki “İmam”dan kastedilen, siyasi bir otorite olarak tanınan hilafet makamı ve arkasında namaza durulacak din görevlisinden öte bir şeydir.

İmamet makamının, sadece İslam ümmetinde değil geçmiş ümmetlerde de ilahi bir sünnet olarak Allah tarafından tayin edildiğini öne süren Şia’ya göre, Kuran’da nübüvvet makamının yanında imamet makamının da bir gereklilik olarak ortaya konmuş ve bazı peygamberler peygamberliklerinin yanı sıra imamet makamını da birlikte yürütmekle ilahi irade tarafından görevlendirilmiştir.

Hilafet makamı hem dini hem de siyasi otoriteyi temsil eder. Halifelik makamdaki kişi hem siyasi erk olarak toplumda düzeni sağlayacak hem de Peygamber’den teslim aldığı dini koruyup geliştirecek ve dünyaya hâkim kılacak ilahi ilme sahip ve ilahi tayinle gelen imam olabilirdi. Burada vurgulanmak istenen, Peygamber’in vâsisinin, hem toplumu idare eden kişi hem de Müslümanların imamı olduğudur.

Ruhani bin imam yetkili

İmamlık, aynen peygamberlik makamı gibi ilahi iradeye dayanır. Nasıl ki, nübüvvet makamının sahibi peygamberler insanlar tarafından o göreve getirilemezse, Kuran’ı şerhedecek, ümmeti İslamın hükümlerine göre yönetecek imamlar da insanlar tarafından o makama seçilemezler. Şii inanç sistemi, İslam ümmetinin yönetimi için ancak Allah ve onun resulünün arzusu ve tayiniyle kendisine halifelik sıfatı verilmiş ruhani bir imamın yetkili olduğu ilkesine dayanır. Peygamberlerde risalet ve nübüvvet konuları dışında gerekli olan koşulların tamamının İmam için de gerekli olduğuna inanılır. Peygamberlere özgü her türlü günahtan ve hatadan masum olmak, ilahi ilimle donanmak gibi koşullar İmam için de geçerlidir. Nasıl ki, peygamberler, ümmet içinde Allah’ın hüccetleri ise imamlar da aynı konuma sahiptir.

Üç ilahi makam

Şii düşüncede, Allah’ın üç ilahi makamı vardır. Bunlardan birincisi nübüvvet, ikincisi risalet, üçüncüsü ise imamet makamıdır. Bu makamları, görev alanlarını birer cümle ile şöyle özetleyebiliriz.

Nübüvvet: Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması.

Risalet: Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi.

İmamet: Allah’tan alınan vahiyi yorumlamak, insanlara öğretmek, yaşama geçirmek ve dünyaya hâkim kılmak.

Nübüvvet makamının sahibi “Nebi”, Risalet makamının sahibi “Resul”, imamet makamının sahibi de “İmam”dır. İslam Peygamberi Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahiptir.



Ali’nin imamlığının delilleri

Şia’ya göre imam, Allah’ın Kuran’da tarif ettiği gibi insanların en faziletlisi, ilimde hiçbir âlimin yarışamayacağı, Kureyş kabilesinden ve Haşimioğulları içinden zalim olmayan biridir.

Allah, Kuran’da, Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceğini, dolayısıyla vahiy gelmesinin de mümkün olamayacağını açıklamıştır. Ancak gelen vahiylerin tebliği, yorumlanması ve ilahi hükümlerin dünyada yaşama geçirilmesi işleminin henüz tamamlanmadığını anımsatan Şiiler, bu durumda Peygamber’in imamet ve velayetinin devamının zorunluluğuna dikkat çekerler. Allah’ın hükümleri henüz dünyaya hâkim kılınmadığı sürece bu görevleri icra edecek bir imama ihtiyaç olduğu ortadadır.

İmamın gerekliliğini zorunlu kılan nedenlerden biri de Kuran’ın zahir ve batın olmak üzere iki yönü vardır. Zahirde sadece İslamın hükümleri ve ibadet konuları insanlara anlatılır. Ancak batın yönünü, yani özünü yorumlayacak, velayeti ve itaati belirten ayetleri tefsir edecek ilahi ilim sahibi biri gereklidir ki, bunu da ancak ilahi irade sahibinin imamet ve velayet makamına tayin ettiği imam yapabilir.

Şimdi gelelim bu görevleri icra edecek ilahi ilimle donatılmış, her türlü hatadan, günahtan masum ve ilahi tayinle o görevin verildiği imamın kim olduğuna. Şia âlimlerinin Kuran’dan ayetler ve Peygamber’in hadislerinden delillerle desteklediği tarife göre, bu imam Muhammed’in amcazadesi ve damadı Ali’den başkası değildir.

İlahi bir makam

Şii inancında imamet, velayet ve hilafet makamı birbirinden ayrılmaz tek bir otoritedir ve bunu ancak Allah belirleyebilir.

Şii ulema, Ali’nin imamlığını Kuran’daki birçok ayet ve hadisle kanıtlamaya çalışır.

Bu dizide hepsine yer verme olanağımız yok. Bu örneklerden sadece birkaçını vermekle yetineceğiz.
 

Müjde Bakara'da

Kuran’da Allah, Muhammed’e hitaben “Sen ancak uyaransın, her ümmetin bir yol göstereni vardır” ayeti ile imamet makamının ilahi bir makam olduğunu bildirmiştir.

Allah, kendisinden sonra imamet makamına kimi layık gördüğünü vahiy yoluyla Muhammed’e iletmiştir. Gadir-i Humm’da Peygamber’in Ali’yi işaret eden ünlü konuşması bu vahiy nedeniyle gerçekleşmiştir. Kaldı ki, Kuran’da Bakara Suresi’nin 124. ayetinde Allah, İbrahim Peygamber’i bazı sorularla imtihan ettikten sonra imamlık müjdesini verirken, aralarındaki geçen konuşmada da imamın aynı soydan zalim olmayanlara verileceğini işaret buyurmuştur.

“Allah, ‘Ey İbrahim! Seni insanlara imam kılacağım’ demişti. O ‘soyumdan da’ dedi. Allah, ‘Ahdim zalimlere erişmez’ demişti.” (Bakara/124)

Şii uleması, bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Allah İbrahim’i imamet makamına getirmeden önce imtihan ediyor. O bu imtihanı geçince kendisine imamlık makamı müjdeleniyor. İmamlık görevini alan İbrahim Peygamber, imamlık görevinin kendi soyundan devam etmesini isteyince Allah, ‘Bu senin isteğinle değil benim irademle olacak bir iştir’ dedikten sonra ‘Ahdim zalimlere ulaşmaz’ sözüyle İbrahim’in soyunda zalimlerin de gelebileceğini haber veriyor, ancak imamlık görevinin aynı soydan zalim olmayanlara verileceğini açıklıyor. Allah’ın ‘Ahdim zalimlere ulaşmaz’ sözü dikkate şayandır ve onu doğru yorumlamak gerekir. Burada Allah, neden ‘zalimler ahdime ulaşmaz’ demiyor da ‘Ahdim zalimlere ulaşmaz’ diyor acaba? ‘Çünkü aynı soydan zalimler bu makamı güç kullanarak ele geçirebilirler ama.. o zaman o imamet makamı benim makamım olmaktan çıkar ve onlar benim imamım, temsilcim olamazlar’ demek istiyor.”

Rüku halinde zekat

Yine Şia’nın Ali’nin imamlığının kanıtı olarak öne sürdüğü bir başka delil de Kuran’daki “Şüphesiz ki sizin veliniz Allah, Resulü ve namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir” ayetidir. Ehl-i Sünnet uleması, bu ayette kastedilenin özel bir şahıs değil bütün müminler olduğunu öne sürerken, Şii âlimler bir hadise dayanarak bu ayette kastedilenin Ali olduğunda ısrar eder. Söz konusu hadise göre, Ali’nin namazda rükû halindeyken mescide giren bir dilenciye yüzüğünün olduğu elini uzatır. Dilenci de Ali’nin uzattığı parmağından yüzüğü çekerek alır ve mescitten çıkar. Bu olayı gören Muhammed, Ali’yi koruması için Allah’a dua eder ve sonrasında da vahiy yoluyla bu ayet gelir.



İmam Mehdi inanışı

Muhammed, Allah’ın buyruğu üzerine, kendisinden sonra ümmetin imamı olduğunu tebliğ etmiş, Ali de kendisinden sonraki İmam’ın oğlu Hasan, o da kardeşi Hüseyin’in imamlığını ümmete açıklamış ve imamet halkası birinci halkadan on birinci İmam Hasan Askeri’ye kadar arada bir boşluk bırakmaksızın bir silsile içinde devretmişlerdir.

Şiilerin inancında, masum imamların söz ve eylemleri, Peygamber’in sünneti gibiydi. Onlara göre geçerli olan bu şer’i sünnet, İmam Askeri’nin ölümüne kadar devam etti.

Şii inancının temel kurallarından biri de on ikinci imam Mehdi’nin bir gün yeniden zuhur edeceğine olan inançtır. Bu inanış Şia düşüncesinin dogmatik temel taşıdır.

Öldürüldüklerine inanılıyor

On ikinci İmam Mehdi’nin, on birinci imam Hasan Askeri’nin oğlu olarak 867 yılında Samerra kentinde doğduğu iddia edilir. İddia diyoruz, çünkü gerek Sünni ekol gerekse Şia’nın bazı kollarında yaygın olan bir düşünceye göre on birinci imam Hasan Askeri hiç evlenmemiş, bir düşünceye göre de evlenmiş ama çocuk sahibi olamadan şehit edilmiştir. Ancak Şii âlimler bu görüşe itirazını, birinci imam Ali de dahil, onun soyundan gelen imamların hiçbirinin eceliyle ölmediğini, hepsinin suikastlara kurban gittiğini anımsatarak, on birinci imam Hasan Askeri’nin zalim Abbasi halifelerinin gadrinden çekindiği için oğlunun doğumunu sakladığı gerekçesine dayandırır.

“Gaybet-i Suğra” “Gaybet-i Kübra”

Gizli doğmasına rağmen imama yakın olanlar Mehdi’yi babasıyla birlikte defalarca görmüşlerdir. İmam Hasan Askeri şehit edildikten sonra İmam Mehdi açığa çıkarak, kendilerine yakın olanlardan özel bir grupla babasının cenaze namazını kıldırdı ve ondan sonra da gözden kayboldu. Allah, son hücceti olan Mehdi’yi yeniden zuhur edeceği güne kadar sakladı.

Şiiler, on birinci İmam Hasan Askeri’nin öldürüldüğü hicri 260 yılından 329 yılına kadar geçen 69 yılı “Gaybet-i Suğra” (Küçük Gizlilik) dönemi, o zamandan İmam Mehdi’nin yeniden ortaya çıkacağı zamana kadar geçen süreyi de “Gaybet-i Kübra” (Büyük Gizlilik) dönemi olarak adlandırır.

Küçük gizlilik döneminde, İmam Mehdi’nin halkla ilişkisinin bütünüyle kesilmediğini, sınırlı bir şekilde de olsa Şia büyüklerinden “Özel naipler” aracılığıyla sürdüğünü, ancak büyük gizlilik döneminde imamla irtibatın tamamen kesildiğine inanılır.

‘Bir gün ortaya çıkacak’

İmamın büyük gizlilikten önce özel naipleri arıcılığıyla sınırlı irtibat kurduğu küçük gizlenme döneminin gerekçesi, Şia inancında, halkın imamlara olan güvenlerinin sarsılmaması, büyük gizlenmeye bu suretle hazırlıklı olmaları ve Mehdi’nin yeniden zuhur edeceği gün gerçekleşecek ilahi kurtuluşu beklemeleri olarak açıklanıyor.

İddiaya göre küçük gizlenme döneminde İmam Mehdi’nin ilişki kurduğu dört naibi vardı. Ehl-i Beyt büyüklerinden bu dört naip Ebu Amr Osman bin Said-i Amiri, Ebu Cafer Muhammed bin Osman bin Said-i Amiri, Ebu’l-Kasım Hüseyin bin Ruh Nevbahti ve Ebu’l-Hasan Ali bin Muhammet Semeri’ydi.

Şii inancı, kayıp imamın bir gün yeniden ortaya çıkacağına inandıkları imamın halen yaşadığı tezi üzerine kuruludur. Bu inanışı yine Kuran’dan bazı ayetlerin yorumlanması ve hadislerle desteklemişlerdir. Aslında Sünni ekolde de Mehdi’nin bir gün zuhur edeceğini haber veren hadisler bulunmasına ve bu konuda teologların uzun tartışmalar yapmasına karşın, bir kural haline getirilmemiştir. Ancak Mehdi umudu Şiilikte, inancın değişmez bir kuralı olarak algılanmıştır. Gizli imamın bir gün dönecek ve dünyada İslami hükümleri dünyaya hâkim kılacak, dünyada adalet tecelli edecektir.

Mehdi inancı aslında İslamla ortaya çıkmış bir olgu değildir. İslam öncesi temelleri olduğu gibi tek tanrılı dinlerin tamamında bu tür bir beklenti olduğu biliniyor. Zerdüştler “Suşyant”ı, Hıristiyanlar vaat edilmiş Mesih’i, Yahudiler Mikail’i, Şiiler ise asırlardan beri umutla Mehdi’yi beklemektedir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler