İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu: Cumhuriyet’e adalet borcu var

İstanbul Barosu Başkanı avukat Mehmet Durakoğlu, Silivri’de görülecek Cumhuriyet davası öncesinde, “Cumhuriyet olarak Cumhuriyet gazetesine adalet borcumuz var. 9 Mart’ta bu borcun ödenmesini çok istiyorum” dileğinde bulundu. Davanın hukuki değil, siyasal nitelikler barındırdığını söyleyen Durakoğlu, “Bu, özel dönemin davası. Tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de yaşandığı gibi. Bu davalar tarihe düşülen bir not” dedi.

Yayınlanma: 04.03.2018 - 22:01
Abone Ol google-news

Dünyanın en büyük barosu olma özelliğini taşıyan İstanbul Barosu’nun başkanı avukat Mehmet Durakoğlu, Silivri’de görülecek Cumhuriyet davasının öncesinde “Cumhuriyet olarak Cumhuriyet gazetesine adalet borcumuz var. 9 Mart’ta bu borcun ödenmesini çok istiyorum” dedi. Durakoğlu’yla iktidarın avukatlık mesleğine yönelttiği saldırıyı, tutuklu avukatları, Cumhuriyet davasını ve vicdanlarda kabul görmeyen yargı kararlarını konuştuk.

- Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) isimlerindeki “Türk” ve “Türkiye” sözcüklerinin kaldırılacağına yönelik açıklamalardan yola çıkarak mesleğinize yönelen saldırıyı değerlendirebilir misiniz?

Siyasal iktidarın yargıya yönelik ciddi bir düzenleme yaptığına tanık oluyorum. Öbür düzenleme hâkim ve savcı boyutunda 2010’da yasal temeline kavuşturulmuştu. Buradaki engel avukatlardı. Çünkü avukatlar bu projenin karşısındaydı. Avukatlığın itiraz mesleği olduğunu, yeri geldiğinde kamuyu çimdikleyebileceğini bir türlü kabul edemiyorlardı. Nitekim özellikle OHAL sürecinde KHK’lerle getirilen algının çok önemli ölçüde avukatı hedef aldığına tanık olduk. Hem yargılama hem soruşturma aşamasında avukatın görevini yapmasını engelleyebilecek ne varsa bütün bunlar KHK ile getirildi. Biz boyun eğebilecek, biat edebilecek bir kültürden gelmiyoruz. 12 Eylül’de İstanbul Barosu’nun kapısına mühür bile vuruldu. Bunun bir sonucu olmadı. Bugün İstanbul Barosu hâlâ varlığını devam ettiriyor. Biz sıkıyönetim mahkemelerinden, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden, Özel Yetkili Mahkemelerden geçtik. Şimdi OHAL’lerden geçmeye devam ediyoruz. Bu özel dönemlerde İstanbul Barosu’nun tarihine yazılmış şanlı öyküler vardır. Bu öyküler demokrasinin yaşatılmasına ilişkin mücadelenin öyküleridir.

Demokles’in kılıcı

Montesquieu’dan bu yana siyasal iktidarlar hiçbir zaman kendilerini hukukla sınırlamak istemezler. Hukuk devleti olmazsa, iktidarlar kendini hukukla sınırlandırmazsa onun adaletsiz bir toplum düzeni olacağını biliriz ve yıllardır bunu anlatırız. Bu ülkenin hukuk devleti olması, yargının tarafsız ve bağımsız olması, hukukun üstünlüğünün gerçekten sağlanması uğruna verilmesi gereken hangi mücadele varsa o mücadelelerin içinde olduk, olmaya da devam edeceğiz. Bu bizim varlık nedenimiz. Şimdi de Demokles’in kılıcını kafamızda tutmaya çalışıyorlar. Hiç yukarı bakmayız. Öyle bir dönemimiz olmadı.

‘Feyzioğlu, Yıldırım ve Gül ile görüştü’

- TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, 24 Şubat’ta düzenlenen Olağanüstü Genel Kurul’da yaptığı konuşmada mesleğinize yönelik baskıyı dile getirmediği için tepki aldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Feyzioğlu’nun konuşmasının TBB’den “Türkiye” sözcüğünün kaldırılmasına yönelik tepkinin haksızlığını ifade eden bir çerçeve içerisinde değerlendirildiğini düşünüyorum. Bu haksızlığı anlatırken kendisinin de TBB’nin de şimdiye kadar hangi konumda bulunduğunu söyleme ihtiyacını hissetti. O nedenle konuşma önemli ölçüde oraya kaydı. Mesleğimize ilişkin değerlendirme de yaptı. Sürecin başlaması ile birlikte bizim toplantı yapacağımız zamana kadar geçen süre içinde Feyzioğlu tarafından hem Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, hem de Başbakan Binali Yıldırım ile bir diyalog süreci başladı. TBB bu sorunun çözümünün bu diyalog sürecinde olduğuna inandığı için de böyle bir tavır koydu. Bunun karşılığı teşekkür etmek miydi değil miydi ondan emin değilim. Bizim konumumuzla TBB’nin konumu çok farklı. Aramızdaki farklılığı da anlayışla karşılamak gerekiyor.

- Tutuklu avukatlar konusundaki değerlendirmeniz nedir?

Özellikle İstanbul’da çok ciddi tutuklamalar söz konusu. Halkın Hukuk Bürosu’ndan 16 meslektaşımız 7 ilde 8 ayrı cezaevindeler. Böyle bir tecrit mekanizması çalıştırılıyor. Getirilen suçlamaların bir bölümünün mesleki anlamda olduğuna tanık oluyoruz. İddianame hazırlanmadığı için tüm suçlamaları göremiyoruz. FETÖ’den tutuklanan avukatların çok büyük bir bölümüne yöneltilen suçlamaların gerçekten de avukatlık mesleğinden değil, özel olarak FETÖ bağlantıları olduğunu gördük. “Avukatlara dokunulmaz” diye genel bir kural ifade etmek istemiyorum. Ama bir hukuk devleti oluşturamamış olmamız nedeniyle anlaşılamayan bir şeydir bu. Avukata getirilen “ayrıcalıklar” aslında avukata verilmiş ayrıcalıklar değildir. Halkın hak arama özgürlüğüne tanınmış haklardır. Savunma hakkı kavramı kendi içinde pek çok bileşeni barındırır. O bileşenler de bizim savunduğumuz kişiye ilişkin değerlerdir. Sır saklama yükümlülüğünden tutun da yaptığımız görüşmelerde bildiklerimizin açıklanmasına kadar bu süreçlerin tamamı hak arama hürriyetine yöneliktir. Eğer bir avukata dokunuyorsanız “savunma hakkına dokunuyorsunuz” demektir.

Biz hancı, iktidarlar yolcu

Biz hancıyız, siyasal iktidarlar yolcu. Bunu İstanbul Barosu’nun bütün dönemlerini kapsayacak şekilde söylüyorum. Kapımıza kilit vurdular, başkanlarımızı içeri attılar ve öldürdüler, yönetimlerimizi darbe döneminde devirdiler. Hep kaldık. Çünkü biz hukuk kurumuyuz. Hukuk içinde kalmaktan başka bir isteğimiz yok. Avukatlar sesteki nefestir. Biz biliriz ki bizim sesimiz kesilirse o yurttaşların nefesinin kesildiği yerdir.

FETÖ projesi

- Baroya üye olma şartının kaldırılarak, avukatların istedikleri kuruluşlara üye olmasını öngören olası düzenlemelerle ilgili düşünceleriniz neler? Hayata geçerse ne olur?

Bu son derece yanlış bir şey. Bizi susturmaya yönelik bir şey. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Devlet Denetleme Kurumu tarafından hazırlanmış bir rapor vardı. Ne acı ki o raporu hazırlayanlar FETÖ soruşturmaları sırasında görevlerinden alındılar. Memur bile değiller şimdi. Bu bir FETÖ projesi aslında. Siyasal iktidarın baroları istediği gibi örgütleyememiş olmasından duyduğu rahatsızlık sanki demokratik bir talepmiş gibi baroların bölünmesi suretiyle herkesin kendi barosunu kurabileceği bir düzene doğru yönlendirilmeye çalışılıyor. Baroları bölerseniz şiddete uğrayan kadın çoğalır, kadın cinayetleri artar, çocuk istismarı konusunda mücadele edecek kimseyi bulamazsınız, çevre katliamlarına müdahale edebilecek gücü bulamazsınız. En önemlisi bu ülkedeki hak ihlallerine kim karşı çıkacak? Baroların tarihi bu temelde örgütlenmiştir.

ALTANLAR’A MÜEBBET AİHM’DEN DÖNER

- Altanlar ve Nazlı Ilıcak’a ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Taraf gazetesi o dönem her türlü haksız uygulamanın operatörü konumundaydı. Yaptıklarına klasik anlamda bir basın özgürlüğü diye bakabilmek konusunda kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım iyi niyetle bakamıyorum. Bu yüzden Ahmet Altan’ı başka türlü değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak konusunda kendimi görüşleri açısından ortak hissetmiyor olmama rağmen böyle bir cezayla karşılaşmış olmalarını anlamıyorum. Bu kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) döneceğini düşünüyorum. Bu karara uyulmasının şart olduğunu düşünüyorum. Aksi hukuk cinayeti olur.

SİLİVRİ’YE UMUTLA GİDECEĞİM

- Son olarak 9 Mart’taki Cumhuriyet davasına değinmek istiyorum. Akın Atalay, Murat Sabuncu ve Ahmet Şık, 6. duruşmada hâlâ tutuklular. Neler diyeceksiniz?

Bu davanın daha ilk duruşmada çöktüğüne inandım. Yürütülen dava içeriği itibarıyla hukuki nitelik taşımanın ötesinde siyasal nitelikler barındırır halde. Bu özel dönemin davası bu. Tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de yaşandığı gibi. Siyasal özü hukuk özünü aşan davalar bunlar. Bu davalar benim açımdan tarihe düşülen not gibi. Bu davalar hukuk tarihine ayrı, siyasal tarihe ayrı yazılacak. Dava başından çökmüştü çünkü gazetenin yayın politikası üzerine çok fazla değerlendirme yapıldı. 35 yıllık hukukçuyum, bir gazetenin yayın politikasının yargılama konusu olduğuna ilk kez tanık oluyorum. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bir gazetenin yayın politikası okurları ilgilendirir. Bir suçlama da getirilmiyor. “Yayın politikasını değiştirdim de ne yaptım” sorusunun cevabını savcı ortaya koymuyor. Siyasal konjonktürün hukuka egemen olduğu dönemlerde dönüşüm süreçlerine de tanık oluyoruz. 9 Mart’ın böyle bir değişime neden olmasını arzuluyorum. Bunun sadece Cumhuriyet davası açısından değil, Türkiye’deki başka davaları da etkileyebileceğini düşünüyorum. Cumhuriyet olarak Cumhuriyet gazetesine adalet borcumuz var. 9 Mart’ta bu borcun ödenmesini çok istiyorum. Başlamasını arzu ettiğim bu sürecin hukuk devleti açısından çok önemli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum. Silivri’ye bu umutla gideceğim.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler