Kent paryaları marjinalleştiriyor

Sosyolog Loic Wacquant, geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi'nin konuğuydu. Kentsel eşitsizliklerden Gezi Direnişi'ne, marjinallikten kültürel ve ekonomik sermaye arasındaki ilişkiye kadar pek çok konuda konuştu. Bizim sorularımızı da yanıtlamayı ihmal etmedi.

Yayınlanma: 27.01.2014 - 15:33
Abone Ol google-news

Sosyolog Loïc Wacquant, karşılaştırmalı kentsel eşitsizlikler, etnik-ırksal tahakküm, cezalandırıcı devlet, beden, toplumsal teori ve rasyonalitenin siyaseti gibi alanlarda çalışmalar yürütüyor.

Bourdieu'nun en bilindik öğrencilerinden. Kaliforniya Üniversitesi-Berkeley Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi ve Paris’te bulunan Avrupa Sosyoloji Merkezi’nde araştırmacı.  

Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi,  Ruh ve Beden: Acemi Bir Boksörün Defterleri ve The Two Faces of the Ghetto çalışmaları sonucunda ortaya çıkan kitaplardan birkaçı. Yedi senedir Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Sosyoloji Bölümü ve Tarih Bölümü ev sahipliğinde düzenlenen Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı'nın bu seneki konuğuydu Wacquant. Konferans anısına sunulan plaketi Hrant Dink’in eşi Rakel Dink'in elinden aldı. Biz de onunla kentsel eşitsizliker, son yılların popüler kelimesi marjinallik üzerine konuştuk.

- Kentsel eşitsizlik, etnik-ırksal tahakküm ve cezalandırıcı devlet, şeklinde toplanabilir çalışma alanınız. Neden çalışmak için bu konuları seçtiniz?

Bu bir kaza sonucu oluştu (gülüyor). Chicago'ya 1985'te, tam da 25 yaşımı kutladığım gün sosyoloji doktoramı yapmaya gittim. Tarihsel olarak Chicago çok önemli, sosyoloji biliminin köklerinin atıldığı yer. Oraya gittiğimde Amerika'nın siyah gettosunun kalıntılarını gördüm, şehirde aynı zamanda müthiş bir korku vardı, bunları görmek beni müthiş şoke etti. Avrupa düzeyinde ayırt edemeyeceğiniz bir ayrımcılıkla karşılaştım. Hatta pek çok insan o dönemki Chicago'yu iç savaş yaşayan Beyrut'a benzetiyordu. Düşünün, ilk kampüse gittiğimde sekreter bir harita çıkardı ve kampüsün kuzeyine, güneyine ve batısına asla gitmeyin, dedi. Doğuda da zaten Michigan Gölü vardır. Yani kampüsümüz gettoyla çevriliydi. Biz Fransızların genel bir özelliği vardır, otorite yapmayın derse, dediğinin tersini yaparız (gülüyor). Üstelik bana kimsenin yaşamak istemediği, kampüsün bitip gettonun başladığı yerden bir ev verdiler. Anneme “Kuzey penceremden baktığımda eğitimli, beyaz, zengin insanların yaşadığı kampüsü görüyorum. Güney penceremden bir bakıyorum, bambaşka bir gezegen; siyah, yoksul, korku dolu bir şehir” diye yazıyordum. Bir şehrin içinde “yasak şehir” nasıl oluşabiliyordu? Bu benim için bir bilmece haline geldi ve çözmek istedim. Normalde araştırma yapmak, bir şeyi anlamak için öğrenciler kütüphaneye gider, makale okur, verileri karşılaştırır. Ama ben birinci elden konuyu anlayabilmek için bu gettonun boks salonuna gittim. Gerçekten de tehlikeli, zor bir yerdi, tek beyaz bendim. Boksa kaydoldum. Bu gettonun gerçekliğini anlamak için orayı bir gözlem merkezi gibi kullanmak istedim.

- Bu gözlemlerden de 2004'te yayımlanan “Ruh ve Beden/Acemi Bir Boksörün Defterleri” kitabınız ortaya çıktı... Bu deneyim sizi nasıl dönüştürdü?

Evet, aslında boks salonuna girdiğimde amacım gözlem yapmaktı. Ancak orada bir köşede oturup gözlem yapamıyorsunuz. Ben de bir şekilde kendimi kaptırdım ve üç yıl boks öğrendim. Hatta bir ara ciddi ciddi profesyonel olarak boks yapmaya başladım. Bu dünyanın manyetizmi öyle güçlüydü ki, vücudu çok boksa uygun olmayan, işinde başarılı olduğundan başka bir şeye ihtiyacı olmayan benim gibi birini bile içine çekebildi. Bütün bu tecrübemden ortaya iki kitap çıktı aslında. Birincisi, Kentin Paryaları; getto hayatını, Chicago'daki ayrımcılığı, yoksulluğu anlatıyor. İkincisi de “Ruh ve Beden/ Acemi bir Boksörün Defterleri”. Sorunuza gelince, bunlar beni tabi ki dönüştürdü. Foucault'un bir lafı vardır, Tecrübe içine girdiğiniz ve çıktığınız andaki kişilerin ikisini de farklı kılan bir şeydir. Bu anlamda benim için gerçek bir tecrübe oldu.

- Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü kapsamında Boğaziçi Üniversitesi'nde yapacağınız seminerin başlığı; “Kentte Eşitsizlik, Marjinallik ve Sosyal Adalet”. Türkiye'de son yıllarda çok tartışılan konular bunlar, özellikle Gezi Direnişi'nden sonra daha da geniş bir kesim tarafından tartışılır oldu...

Gezi, çok boyutlu ve bir yönü de biraz belirsiz bir hareket bence. Kendi yaşamını dikte etmek, insanların toplumsal hayatını dizayn etmek, dinin toplumdaki yerini değiştirmek isteyen bir iktidara karşı demokratik kökenli bir muhalefet hareketi. Daha belirsiz olan yanıysa, şehrin belli görünümünü savunan, bir “yeni kültürel burjuvazi” hareketiydi. Sonuçta gezi hareketini yapanlar paryalar değildi, bu anlamda bir “halk”, alt sınıfların öncü olduğu bir hareket değildi. Çok evrensel bir söylemi olsa da birçok kesimi de dışarda bıraktı. Ben de yeni burjuvazi dediğim şeyin içindeyim, bir entelektüelim, eğitimliyim. Gezi'yi tabi ki destekliyorum, ama bu tarafını da görmeli ve ona göre çaba harcamalıyız.

Ekonomik iktidarla, politik iktidar, neo-liberalizmle birlikte birçok ülkede işbirliği yapmaya başladı. Kültürel sermayeye sahip kişiler de politik iktidara diyorlar ki, sen ekonomik iktidarla işbirliği yapma, benim görüşlerimi savun. Aslında entelektüeller ekonomiyle, politik iktidarın işbirliğinden en çok faydalanan kesimlerden biri. Mesela dünyanın her yerine gidip ders verebiliyorum. Akademisyenlerin bir kısmı bu ekonomik ve politik iktidarın işbiriliğiyle uzlaşmış durumda. İkinci bir grup da var, uzlaşmayıp kamuoyunu hiç sermayeye sahip olmayanlar konusunda uyarmak, uyandırmak isteyenler. Kendimi bu ikinci grupta konumlandırıyorum, dünya bizden ibaret değil.

-Marjinallik, daha çok iktidar tarafından, özellikle de Başbakan tarafından sık kullanılan bir kelime Türkiye'de. Güvenlikçi bir dille, hak arayanları, muhalefeti “terörist” konumuna sokmak için kullanıyor. Sizin marjinalliğinizse daha çok sistemin dışlayıcılığını tanımlıyor. Sistem, kimi, nasıl marjinal yapıyor?

Başbakanınızın bu kelimeyi küfür gibi kullandığının farkındayım. Ben analitik anlamıyla kullanıyorum. Kent Paryaları kitabımda bunu tanımlıyorum; Kapitalist ekonomilerin eşit olmayan gelişimi ile refah devletlerin küçülmesi sonucu oluşan kent modellerinde toplumsal ve mekansal olarak dışarı itilen kesimler, marjinaller. Kent marjinalliğini şekillendiren güçler sosyal adalet kaygılarından uzak, bunun sonucunda da ayrımcılık derinleşiyor ve toplumsal adalet zayıflıyor. Ayrıca suç kavramı fakirlik ya da kentte öteki olma durumuyla özdeşleştiriliyor.

İnsanların toplumdan dışlanmalarının iki boyutu var bence. Bu iki boyutu da sosyolog Max Weber'e atıfta bulunarak kullanıyorum. O “Bir sınıf, bir de statü vardır” der. Sınıf, maddi yoksulluk; Statü ise haysiyet eksikliğidir ona göre. Eşitsizliğin iki boyutunu da nitelemek adına parya kelimesini kullandım. Çünkü parya Hindistan'ın geleneksel kast sistemine göndermede bulunuyor. Yani insanlar iki boyutlu bir yoksulluk yaşıyor. Onur yani haysiyet, dört biçimde elde edilebiliyor toplumlarda; Milli, bölgesel, dini ve ırksal. Fransa'da mesela etnisite yok deniyor, çünkü merkezi bir iktidar var ve bütün merkez dışı kalan bölgeler daha değersiz görülüyor ve inkar ediliyor. Türkiye ile Fransa arasında birçok paralellik var bu konuda. Maddi yoksulluk, haysiyetin yitirilmesiyle sembolik bir boyut kazanıyor ve genelde bu sembolik boyut sosyal bilimlerle ilgili çalışanlar tarafından yeterince önemsenmiyor. Sadece maddi yoksunluk göz önünde bulunduruluyor. Oysa ikinci boyutu da çok önemli.

Fotoğraf: Garbis Özatay


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler