Barlas Özarıkça'nın kült romanı yeniden yayımlandı: 'Ters Adam'

Olağanüstü değil, olağan dışı olan bir anti-kahramanın eliyle yüzümüze tutulan bu paramparça aynanın yıllar geçmiş olmasına rağmen bize aynı görüntüyü gösteriyor olmasından da utanç duyarak okumamız gereken bir roman 'Ters Adam'. Kerem Işık'ın değerlendirmesi...

Yayınlanma: 21.04.2015 - 16:33
Abone Ol google-news

Barlas Özarıkça'nın romanı yeniden yayımlandı

Ters Adam

Edebiyat tarihi yitip giden romanlar, gün yüzüne çıkmayı bekleyen başyapıtlar, yaşadığı dönemde ünlenip sonrasında unutulan yahut yaşarken kimsenin kıymet vermeyip yıllar sonra değeri anlaşılan yazarlarla dolu. Nereden nasıl bir metnin geleceği hiç belli olmadığından, edebiyat tarihçiliği kadar yazarların arşivlerinin dikkatle taranması da hem ilgili yazar ve yapıtlarına dair kimi önemli belgelerin bulunmasında hem de söz konusu yazarın yol göstericiliğiyle bu tür unutulmuş eserlerin ortaya çıkarılması bağlamında önem taşır. Barlas Özarıkça’nın ilk olarak 1986'da Habora Yayınları tarafından yayımlanan Ters Adam adlı romanı da benzer bir kadere ortak olarak yayımlandığı dönemde -yazarının ifadesiyle- bir “sessizlik sisi”ne gömülmüş. Ta ki editör Ahmet Ergenç, Oğuz Atay atölyesi çalışmaları esnasında Yıldız Ecevit’in Atay biyografisinde Ters Adam’a rastlayıp onu sisin içinden çekip çıkarıncaya kadar…

BİR ÖFKE METNİ

Özellikle iki duygunun -iyi işlendiği taktirde- son derece sıkı ve sahici metinler ortaya koyulmasına olanak sağladığına inanırım: Öfke ve hastalık. Yazan kişi eline kalemi aldığında karşısında mücadele etmek zorunda olduğu bir öfke nesnesi veya canına kast eden bir hastalık olduğu vakit ortaya konan metinler daha içten ve sarsıcı olabiliyor. Ters Adam da bir öfke metni. Roman boyunca mücadele edilen şeyse içinde yaşadığımız toplum, ona dair dayatmalar ve bu düzenin süregelmesini sağlayan insanların tümü. Kitap “Yayımlatanın Notu” ibaresiyle açılıyor. Bahsi geçen “Yayımlatan”, akşam saatlerinde arkadaşıyla buluşmaya giderken bir bankın üzerinde “siyah, deri ve oldukça ağır bir çanta” buluyor. Çantanın içinden çıkan bantlardaki konuşmaları kâğıda dökmesiyle birlikte de kendimizi romanın başkişisinin, yani Fahri Tekben’in dünyasında buluyoruz. Okuyucuya -ya da bantların dinleyicisine- “İzninizle bazen kendimden bir başkasından söz açarcasına konuşmak, kendimi bir üçüncü kişi gibi seyretmek istiyorum!” diye seslenen anlatıcı Fahri’nin ve onun alter egosu sayılabilecek Fahri Efendi’nin çok parçalı evreni, daha anlatının ikinci cümlesinde, “Niçin ben Fahri Efendi’yi?” sorusuyla bize fark ettirmeden döngüsel bir şekilde metnin sonlarına çapa attırarak neredeyse hiç hız kesmeyen bir anlatı lokomotifine dönüşüveriyor. Bu bağlamda Özarıkça, metin boyunca her türlü kuralı ve düzeni alaşağı eden Fahri Tekben’e yaraşır bir şekilde, düzyazı metinler için hemen herkesin mutlaka duyduğu, “anlatma, göster!” klişesini alaşağı ediyor. Riskli ve son derece zorlu bir yol seçmiş Barlas Özarıkça. Hızlı ve kısa cümlelerle belli belirsiz bir anlatı evreni kuruyor. Hatta başlangıçta okura oldukça aykırı gelebilecek bir kurgu dünyasında hızlı bir şekilde ilerlerken “Ölüm yaşamanın sonucuysa her devingen yaşantı özünde derinleşen bir kıymık çiziğidir” ya da “Üniversitede felsefeye puan tutturmuş bir Kleopatra zaten hüzzam makamından bir şarkı mıydı?” gibi ifadelerle metne tutunmakta zorlandıysam da çok geçmeden önümdeki bu ayrıksı metni bütün öğeleriyle çözümlemeye kalkışmanın yanlış bir yol olacağını fark ederek metnin de kendi akışını bulmasıyla birlikte Fahri’nin son derece tuhaf fakat bir o kadar da etkileyici dünyasına kendimi kaptırıverdim. Fahri’nin Camekan meyhanede toplanan arkadaşlarıyla tanışıyoruz: Hakkı, Beyhan, Tarık, Cevdet ve diğerleri… Karakterler derinlemesine anlatılmıyor, ki bu da Fahri’nin hızlı anlatısına uygun bir özellik. Varlığını fark edilmemiş olmasına borçlu biri Fahri. Annesi ona hamile olduğunu dört ay sonra fark ettiği için gecikmiş kürtajla aldırılamayınca dünyaya geliyor. Bu fark edilmeme hali de çocukluğundan itibaren süregelen bir var oluş halini alıyor Fahri için. Herkes yapıyor diye herkesin yaptığı şeyleri yaparken bir yandan da içten içe tüm bu olup bitenleri sorguluyor. Herkesin irili ufaklı bir koza sahip olması gereken, durmaksızın neyin kime kaça satılabileceğinin hesabının yapılması gereken bir ortamda Fahri kitap okuyup hayal kuran biri olarak kendini, ”…tanrıya Büyük adam olmak için duaya” gittiği camideki topal leyleğe benzetiyor. Asla uçup kurtulamayacak ve sürekli alay konusu olacak bir anti-kahramandan farksız. Sürekli sorgulayan ve hayataltı uykuya yatıp Susanherkes’ten nefret eden bir anti-kahraman…

Bu noktada herhangi bir metnin psikoloji, sosyoloji ve felsefeden oluşan sacayağı üzerinde yükselmesi ve kimi metinlerde bu unsurlardan biri öne çıkarken diğerlerinin daha geri planda kalması gerçeğinden yola çıkarak farkındalığı yüksek başkarakter Fahri Tekben üzerinden Özarıkça’nın felsefi yanı daha ağır basan bir yapı kurduğundan bahsedilebilir. “Ömrün son günlerinde herkesin zihnine düşebilecek” sorular Fahri’yi “hayatının ilk on beş yılında” yakalayarak dünyayı gürültüye vermek istemesine, “İnsan annesinden niçin doğar?” diye sormasına ve dört bir yanı çevreleyen kuraldan duvarların üzerinden sarkıtılan iplerle birer kukla misali oynatılan hayatlara dışarıdan bakmasına neden oluyor. Arkadaşlarıyla buluştuğu Camekan meyhanenin yakınlarında, “sekiz adam ve sekiz kadın kucaklaşması” büyüklüğünde, “parıltılı, kaygan bir insan başına” benzeyen iri bir kaya olan Kayabaş’ın, ardında Platon’un mağarasını gizlediği söylenebilir. “Evrenle arasında zamansız, öncesiz ve sonrasız bir ilişki” olduğu anlatılan bu Kayabaş yerinden kaldırılıp mağaranın kapısı açılabilse ve Fahri bütün cesaretini toplayıp içeriye girebilse kendinde iki evreni birleştirebileceğini hissediyor. Oysa dünyayı deneyimleyip neredeyse Beatnikleri andıran bir coşkunlukla “binlerce metre uzunluğundaki bacağının topuğu denizde, parmakları gökte, ayaklarının ucunda ay ışığını” sürükleyerek yüzdüğü sahne -Platon’un mağara duvarındaki görüntülerin aldatıcılığına yaraşır biçimde- daracık ve sığ bir birikintide olduğunu fark edip arkadaşlarına toslamasıyla, Kayabaş ve arkadaşları arasında gidip gelerek sersemlemesiyle sonlanıyor.

“SON YEMEK” GİBİ BİR SOFRA

Buna bağlı olarak metnin son derece güçlü sahnelerle örülü yapısından bahsedebiliriz. Zaman ve mekândan neredeyse bağımsız bir parçalanmışlıkla ilerleyen, okurun elinden tutmayıp onu kendi yolunu bulmaya zorlayan metin tam yarı yolda bırakacakmış gibi görünürken araya giren ve kimisi gerçekten birer şölene dönüşen mikro-anlatılarla okuru diri tutmayı başarıyor. “Son Yemeği” andıran bir sofrayı resmeden bu sahnelerden biri Bahtin’in ortaya attığı “karnaval” metinlerin hemen hemen tüm özelliklerini içinde barındırıyor. Kimler yok ki bu sahnede: Hazreti İbrahim, Musa, Anibal, İsa, Muhammed, Balzac, Dostoyevski, Fatih Sultan Mehmed, Shakespeare, Hegel, Hamurabi, Sait Faik, Melville ve daha pek çok isim beş yüz metre uzunluğundaki bir masada yemek yiyip eğlenirken anlatı okuru içine çekiveriyor: “Kleopatra Hegel’i ayartmaya çalışıyordu. Hitler pantolonunun ön düğmelerini çözmüş, kucağına Hürrem Sultan’ı oturtmuştu. Sultan Mehmed’e Moskova kuşatmasının durum muhakemesini yapıyordu. Beethoven tef çalıyordu.” Bir diğer önemli sahneyse bizi Fahri’nin çocukluğuna götürüyor. Üç sokak ötelerinde oturan Ruhat Hanım, kocası ve oğlu Ahmet’le birlikte misafirliğe geldiklerinde Fahri ve Ahmet çocuk odasında neredeyse gerçek hayatın bir provasını yapıyorlar. Ders çalışma bahanesiyle başlayan oyun tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi aniden kazananlarla kaybedenlerin olduğu bir savaşa dönüşüveriyor. Ahır Dağı, Hırs Tepesi, Kazanç Bölgesi gibi hayali mevzilerde sürdürülen bu hayali savaşta da sonuç değişmiyor ve Fahri yüzünden çok önemli bir zaferi kaybettiği için sinirlenen Ahmet onu oyunbozanlıkla suçlayarak annesine şikayet etmeye gidiyor.

Ters Adam’la ilgili söylenecek daha çok şey var. Ulusal sülük dernekleri, mikro-antenler, ahlak hapları, Selbilim Kurumu gibi fantastik öğelerinden, toplumu ve kurulu düzeni alaşağı ederken bir yandan da darbe yorgunu bir ülkede 80 sonrası kuşağın siyasi ortamına dair eleştirisinden, içinde barındırdığı Kafkaesk mahkemesinden, her daim diri öfkesi ve az önce değindiğim gibi çok sayıdaki benzersiz sahnesinden bahsedilebilir; farklı disiplinlerden yola çıkarak detaylı çözümlemeler yapılabilir. Ancak metne her nasıl yaklaşırsak yaklaşalım göz ardı edilemeyecek tek bir gerçek var: Böyle bir metni yok saymış olduğumuz kadar, toplumun toplulukları acımasızca parçaladığı, insanların tektipleştirilerek kazananlar ve kaybedenler olarak tasniflendiği, dışlanmamak amacıyla herkesin bir örnek davranmaya çabaladığı, tarihe isimlerini kazıtanların kan dökücü olduğu, ismi değişen ama politikası değişmeyen birkaç başbakanla ömürlerin tüketildiği bir ortamda olağanüstü değil, olağan dışı olan bir anti-kahramanın eliyle yüzümüze tutulan bu paramparça aynanın yıllar geçmiş olmasına rağmen bize aynı görüntüyü gösteriyor olmasından da utanç duyarak okumamız gereken bir roman Ters Adam.

Ters Adam/ Barlas Özarıkça/ Encore Yayınları/ 296 s.

 

 

 

 

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler