Bir ışık ve renk ustası

'Bay Turner', ünlü ressamın derinlikli bir portresini çizmesinin yanı sıra, geleneklerine bağlı İngiliz kültürüne ve Londra sanat dünyasına ilişkin gözlemlere de yer veriyor. ‘Bay Turner’, alışılagelmiş bayat biyografik filmlerden biraz ayrılıyor.

Yayınlanma: 30.01.2015 - 09:26
Abone Ol google-news

Göz alıcı renklerle, ışık huzmeleriyle bezeli, ayrıntılardan arındırılmış, büyük manzara tablolarıyla resim sanatına damgasını vurmuş, resimlerinde kullandığı renklerin bir ışık havuzunda titreşiyormuş duygusunu verdiği, ardında 20 binden fazla irili ufaklı desen, suluboya ve yağlıboya eserler bırakmış, günümüzdeki soyut resmin de öncülerinden sayılan, içgüdülerine ve yeniliklere hep açık, dolu dolu bir 76 yıl yaşamış, çok yönlü İngiliz ressam Joseph Mallord William Turner’ın (1775-1851) yaşamının son dönemlerini ele alıyor, Mike Leigh’nin yazıp yönettiği ve bugün gösterime giren yeni filmi “Mr. Turner -Bay Turner”.

18. yüzyılın son çeyreğinde doğup 19. yüzyılın yarısını yaşamış bu ünlü ressamın derinlikli bir portresini çizmesinin yanı sıra, geleneklerine bağlı İngiliz kültürüne ve Londra sanat dünyasına ilişkin gözlemlere, ayrıntılara yer veren, aristokrasiden seçilmiş kalabalık bir karakter grubunun da boy gösterdiği, esprili diyaloglara sahip “Bay Turner”, alışılagelmiş bayat biyografik filmlerden ve klişelerden geçilmeyen, kimi yavan dönem filmlerinden biraz ayrılıyor, yönetmenin Turner’a sevgiyle yaklaşımı ve özene bezene hazırlanmış, döneme özgü dekor, giysi ve mekânlardan oluşturulmuş sağlam arka planıyla.

Canlı soyut resim izlenimi veren, ilginç bir jeneriğin ardından, vapura ya da trene atlayarak ülke içine ve dışına seyahat etmeyi çok seven, sık sık İtalya ve Fransa’ya giden J.M.W.Turner’ın Hollanda’dan, çok konuşan akça pakça, dolgun Flaman kadınlarından şikâyet ederek evine dönüşüyle başlayan filmde, evdeki her işini gören, bol ışık alan atölyesini temizleyip zaman zaman cinsel isteklerini de yerine getiren, âşık ve sadık hizmetçisi Hannah’yla (Dorothy Atkinson), krom sarısından Prusya mavisine kadar bütün boyalarını satın alıp hazırlayan, resim çerçevelerini çakan, bazen onu tıraş da eden, yaşlı berber babasını (Paul Jesson) tanıyoruz giderek. Aile havasından hiç hazzetmeyip terk ettiği karısı ve iki yetişkin kızıyla henüz kundaktaki bebek torununun ziyaretinden de

hiç hoşlanmaz, bütünüyle kafayı ışık ve renklere takmış, vaktiyle sevgili babasını epeyce üzmüş annesinden de nefret eden Turner. Toplum içinde kimi zaman anarşist çıkışlar da yapar.

Metresi olan, kiraladığı odanın, kocası genç bir kadınla kaçmış sahibesi Sophia Booth’la (Marion Bailey) beraberken sevecen bir kişiliğe bürünen, aristokrasiye olduğu kadar alt sınıflara da mesafeli ressamı öksürük nöbetlerine tutulan yaşlı babasının ölümü çok sarsar.

Ama onu torun sahibi yapan büyük kızının ölümüne ilgisiz -duygusuz kalır, tuvali başında kimileyin şarkı söyleyerek fırça sallayan bu egzantrik sanatçı. Buhar çağıyla insan hayatının giderek uygarlığa doğru değiştiği, 18.-19. yüzyılın tüm gelişmelerine açık kalan Turner, fotoğraf makinesiyle buharlı bir lokomotifin çektiği, kara dumanları savura savura yol alan trenler gibi yeni icatları hemen benimserken, azgın dalgaları gerçekçi biçimde resmedebilmek uğruna, fırtına sırasında kendini bir gemi direğine bağlatmak gibi aşırılıklar da gösterir. Atölyesine gelip bütün tablolarını satın almak isteyen zenginin yüklü para önerisini de reddeder, resimlerinin halka kalmasını, tüm ülkeye yayılmasını isteyen Turner.

Tablolarının satışından yaşarken hatırı sayılır bir servet edinip bulvar tiyatrolarında oynanan popüler güldürülere, bu renk çorbasını (resmi) ancak bir akıl hastası yapar denecek kadar adı karıştırılıp konu edilerek ve dalga geçilerek ünlenen ressamın çelişki dolu, aykırı yaşamını 2.5 saat süresince perdeye taşıyan “Bay Turner” hiç azalmayan bir ilgiyle seyrediliyor baştan sona.

Çizim defterini elinden eksik etmeyen Turner’ın John Constable gibi çağdaşı ressamlarla çocukça şakalaşmalarını da içeren, şen şakrak ilişkilerine, sergi gezmelerine filan da yer veren yönetmen Leigh, ressamın son yıllarına ayrıntılı bir bakış atarken dört dörtlük, tam bir dönem filmi yapmanın da üstesinden gelmiş.

Günün farklı saatlerine ve hava koşullarına göre değişen doğayı resmederken ayrıntılardan arınıp parlak, saf renkler kullanarak yoğun ve titreşen bir ışık etkisi sağladığı manzaralarıyla modern soyut resmin de öncüsü sayılagelen, aslında izlenimcilik akımının ilkelerini izlenimci ressamlardan daha önce bulup uygulayan Turner rolündeki Timothy Spall’a son Cannes Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran performansına özellikle dikkat.

Ressamın babası, hizmetçisi, metresi, hiç ilgilenmediği eski karısıyla iki kızı ve sanat âleminin seçkinleriyle ilişkileri üstüne kurulu “Bay Turner”da, sonunda Chelsea’de hizmetçisinin ve doktorunun gözleri önünde “Güneş battı!” diyerek kalpten ölen ressamı gerçekten unutulmaz kılmış yılların Timothy Spall’u o mükemmel yorumuyla.

Kameraman Dick Pope’un nefis kadrajlarından güç alan, etkileyici bir görselliğe de sahip film, ressamın iç-dış seyahatlerinden kapalı özel-cinsel hayatına ve Londra’nın sanat âlemine bakışıyla sonuçta iz bırakan, sinemaseverlere şimdiye dek “Naked”, “Life is Sweet”, “Another Year”, vb. gibi nice önemli filmler armağan etmiş Mike Leigh’nin filmografisinin de, kesinkes görülesi, en büyük prodüksiyonu şimdilik. Özetle değil haftanın, ayın, bizce yeni yılın en iyi filmlerinden biri “Bay Turner”.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler