Mayın tarlasında dolaşan bir usta

Celâl Üster’in edebiyatta 50. yılı iki kitapla kutlanıyor: ‘Körün Taşı’ ve ‘Celâl Üster İçin’

Yayınlanma: 14.04.2018 - 21:10
Abone Ol google-news

Usta çevirmen, yayıncı ve gazeteci Celâl Üster, edebiyatta 50. yılını doldurdu. Gazetemizin Kültür Servisi’nde uzun yıllar şef görevinde bulunan Celal Üster’in 50. yılı iki kitapla kutlanıyor. Celal Üster’in gazete ve kitap eklerinde yazdıklarından derlenen “Körün Taşı” ile Aslı Uluşahin tarafından yayına hazırlanan “Celal Üster İçin / Çeviri Uğraşında 50 Yıl” kitabı Can Yayınları’ndan çıktı.

-İlk sorum Semih Poroy’un “Körün Taşı” kitabınızın kapağındaki çizimi üstüne. Klavyede tek parmak kullanarak yazıyorsunuz, en baştan beri böyle mi?

Evet, belki şaşırtıcı, ama başından beri sol elimin işaret parmağıyla yazıyorum. Düşün, o zavallı parmak elli yıl boyunca neler çekmiş benim yüzümden! Ama Poroy da döktürmüş bunu çizerken: dikkatli bakılırsa, çizimdeki daktilonun da tek tuşu var. Benim için hazırlanan “Çeviri Uğraşında 50 Yıl” kitabında da Handan Börüteçene’nin bu “tek parmak” sorunu (!) üstüne harikulade bir işi yer alıyor. Bir parmak nelere kadir; 50 yılda 80’den fazla kitap çevirmekle kalmıyor, sanatçılara ne işler yaptırıyor...-

-Çeviri uğraşında 50 yılın sonunda çevirdiklerinizden öğrendiğiniz nedir? Bir kitap bazen bir insanın hayatını değiştirir, peki bir çeviri insanın hayatını değiştirir mi? Sizin hayatınızı değiştiren bir çeviri oldu mu?

Hayatımı değiştiren tek bir çeviriden söz etmek zor, ama Hašek’in “Aslan Asker Şvayk”ının, Orwell’in “1984”ünün, Borges’in kitaplarının, Thomson’ın “Tarihöncesi Ege”sinin bende derin izlerinin ve çeviri anılarının kaldığını söyleyebilirim. Tek bir çeviriden çok, çeviri uğraşının hayatıma yön verdiği, benim için nerdeyse bir yaşama biçimi olduğu söylenebilir. Çevirdiklerimden ne öğrendiğime gelince, kendi daracık dünyamın ötesinde koskoca bir dünyayla tanıştım, en iyi yazarların düş evrenlerine yelken açtım, yarattıkları karakterlerin ruh derinliklerinde yolculuklara çıktım. Daha ne olsun!

Sadakat ile ihanet arasında

-Bir çevirmen çevirdiği yazarın dünyasına mesafeli mi olmalı, yoksa dünyasına mı girmeli?

Çevirmen, bence biraz bukalemun gibi olmalı. Ya da çevirdiği her yazarla birlikte, mitologyadaki şu yaşlı kâhin Proteus gibi kılıktan kılığa girebilmeli. Başka bir deyişle, elden geldiğince H. G. Wells ile H. G. Wells, Hašek ile Hašek, Orwell ile Orwell, Borges ile Borges olmalı. Ama yazarın metnini kendi dilinde oluşturabilmek için belirli bir özgürlüğü, serbestliği de kullanabilmeli. Diyeceğim, çevirmen, hem yazarı silip atmadan, hem de kendisi “yazarlığa” kalkışmadan “sadakat” ile “ihanet” arasında ustaca bir denge kurmalı.

-2014-17 yılları arasında yazdığınız yazılar da “Körün Taşı” kitabında toplandı. Bu yazılar bir araya gelince ortak bir nokta görüyor musunuz? O yazıların bütünü bugüne nasıl sesleniyor?

Bu yazılar, son yıllarda sanat, edebiyat, kültür dünyamızda yaşanan baskılar, densizlikler, cahillikler karşısındaki tepkilerimi yansıtıyor. Körün taşı kelin başına denk gelmiş mi, okur karar verecek...

-Çevirmen olmak için Seçkin Selvi’nin dediği gibi yazarlık kumaşına mı sahip olmak gerekir?

Hani kendime pay biçmek istemem, ama Seçkin haklı. Çevirmenlik de bir “yazarlık hali” ister istemez. Yazarlık kumaşı olmalı, ama çevirmen kendi kendinin terzisi de olmalı. Şaka bir yana, kanımca dil duyarlığı çok önemli. Edebiyat çevirisi sağlam bir dil duyarlığını gerektirir. Dille konuşuyoruz, dille düşünüyoruz, dille yazıyoruz. Bambaşka bir yapısı olan bir dilde düşünen, çok farklı olanaklar barındıran bir dilde yazan, apayrı bir toplum, dönem ve ortamda yaşayan bir yazarı kendi dilinize çevirdiğinizi düşünürsek, iki dilde de donanımlı, birikimli, duyarlı olmanız gerekmez mi? Dilinizin sınırları, bir bakıma, dünyanızın, düşüncenizin, düşgücünüzün de sınırları değil midir? Dile ne denli egemenseniz o ölçüde iyi çeviri yaparsınız. Dili de, iyi yazarları okuyarak öğrenebilirsiniz.

-İyi, başarılı bir çeviri  nasıl anlaşılır?

Bilmiyorum, ama görünce anlıyorum...

-Son olarak kitabınızda soğuk esprilerinizden de söz ediliyor. Siz gazetedeyken, kışın hasta olduğumda “Bu soyadıyla gezersen üşütürsün tabii” derdiniz. Asıl şimdi siz gittiniz biz üşüyoruz Celal Bey...

Şimdi evlendin, soyadın değişti. Artık üşümüyorsundur... Belki bu da biraz “soğuk” oldu! “Çeviri Uğraşında 50 Yıl” kitabında hiç hak etmediğim yazılardan birinin yazarı da Zeynep Avcı. Zeynep, bu “soğuk espri” meselesini harika anlatmış. Ama “Gülmeyi sever. Güldürmeyi de” demeden de edememiş. Aslında, soğuk ya da sıcak, şuna “mizah” desek ya! Mizah olmasaydı, kendimizi hayatın acımasızlıklarına karşı onları alaya alarak savunabilir miydik? Türkiye, dünyanın en güçlü mizah geleneklerinden birine sahiptir. Oysa şimdilerde mizah değil, komiklik yapılıyor...

Yalınlığın ardındaki derinlere dalmak

-Borges çevirileriniz çok kıymetli. Borges çevirmek mayın tarlasında gezinmek gibidir, diyorlar, siz ne diyorsunuz?

Bence her çeviride şu ya da bu ölçüde mayın tarlasında dolaşırsın. Ama bu bazı yazarların yapıtları için daha da geçerlidir. Yalnız Borges mi, aynı şey Joyce için, Kafka için de söylenebilir. Örneğin, Kafka ve Borges çok yalın yazarlar gibi görünürler; onları çevirmenin zorluğu, o yalınlığın ardındaki umulmadık derinliklerdedir. Bir çevirmenin Kafka ya da Joyce’u çevirmesi için, görünenin ardındaki katmanların ayırdına varması, yalın ya da karmaşık sözdizimlerini doğuran karabasanları ya da mizahı kavraması, onların düşgücünün daldığı derin sulara açılmayı göze alması gerekir. Sanırım, Kafka ve Joyce’u dilimize çevirenler o mayın tarlalarına dalmayı göze aldılar ve oradan sağ salim çıktılar.

'İktidarla dans etmek zordur'

-Gazetemizin Kültür Servisi’ni yönettiğiniz sıralar sizden en çok duyduğum cümlelerden biri “İktidarla dans olmaz”dı. Neden?

Bu konu “Körün Taşı” kitabımdaki bir yazımda da geçiyor. 2014 Eylül’ünde “İktidarla dans etmek zordur” diye bir yazı yazmışım. Benim derdim, bir ülkenin aydınlarının, yazarlarının, sanatçılarının kapıkulluğundan kurtulup bağımsız olmaları. İktidar derken de, özellikle vurguluyorum, yalnızca var olan iktidarı değil, her türlü iktidarı, bütün siyasi iktidarları kastediyorum. Aydının işlevi her zaman farklı düşünmektir, alışılmıştan başka türlü düşünmektir; sağlıklı bir toplum için gerekli bir özelliktir bu. Chomsky’nin dediği gibi, gerçeği söylemek ve yalanları gözler önüne sermek aydınların sorumluluğudur. Camus, “Aydın, aklı kendi kendini seyreden kişidir” demişti. Siyasi iktidar ise herkesin kendisi gibi düşünmesini ister, herkesi kendine benzetmek ister. O yüzden, iktidarla dans etmek zordur! Habire ayağınıza basar! Yakın geçmiş bile bunun örnekleriyle dolu...


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler