Soma’ya kaza demek ironi

Küreselleşme, siyaset ve kültür teorileri üzerine günümüzün en önemli düşünürlerinden Michael Hardt, ABD’de büyük can kayıplarına yol açan Katrina kasırgasının doğal bir felaket değil, hükümetin politikalarından kaynaklandığını belirtirken, aynı şekilde Soma katliamına kaza demenin de acı bir ironi olduğunu vurguladı.

Yayınlanma: 18.05.2014 - 21:08
Abone Ol google-news

Küreselleşme, siyaset ve kültür teorileri üzerine günümüzün en önemli düşünürlerinden Michael Hardt, ABD’de Katrina kasırgası ne kadar yalnızca doğal felaket olarak görülebilirse, Soma’nın da o kadar “kaza” olarak görülebileceğini söylüyor. 

Halen Duke Üniversitesi’nde ders veren Hardt, Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği Boğazici Chronicles Programı çerçevesinde geldiği İstanbul’da, yakından izlediği Gezi süreci, solun demokrasi ve özgürlük gibi kavramlarla ilişkisi dahil pek çok başlıkta Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. 

- Sorularımıza Soma’dan başlayalım. Siz Soma’da olanları nasıl görüyorsunuz?

- Bu olay bana ABD’de Bush döneminde New Orleans’taki doğal felaketi anımsatıyor. Kasırgadan ölümlerin temeli, kentteki dönüşüm süreciyle, hükümetin ihmaliyle önceden atılmıştı. Çok sayıda insan öldü, çok sayıda yoksul öldü. Soma’da da bir ölçüde olan bu. Bush’un popülaritesinin hızla düşmesine neden oldu. Erdoğan için de aynı şey söz konusu olacak mı bilmiyorum. Bunu doğal felaket veya kaza diye adlandırmak, acı bir ironi olur.  

- Gezi’nin de yıldönümüne rastladı gelişiniz. Siz de yakından izliyordunuz. Hareketin ivmesinde düşüş var. Süreklilik bu tür hareketlerde nasıl sağlanabilir?

- Radikal patlamaları, hareketin gözden kaybolması gibi görünen dönemler izledi. 1999’da Seattle’da büyük bir patlama yaşandı, sonra tam bir sessizlik nerdeyse. 2011’de de bir çeşit patlama ve ardından düşüş. ABD, İspanya, Batı Avrupa ülkeleri ve şimdi Brezilya’da da durum bu. Bir ölçüde, bu yatay, lidersiz hareketlerin önünde, başa çıkmaları gereken en büyük zorluklardan birisi bu: Hareketi sürekli kılmanın koşullarını hazırlamak. Bu görünürdeki sönümlenmelerin hareketin etkisi olmadığı anlamına geldiğini düşünmüyorum. Bence görünürdeki sönümlenmeye rağmen yine de hareket bazı sonuçlar doğuruyor. Etkisi daha çok gaz gibi, her yere sızıyor, her an alev alabiliyorlar.

- Batı Avrupa, ABD’de olanlar, Kuzey Afrika ve Arap ülkeleri, şimdi Ukrayna’da. Yatay hareketler birbirine benziyor mu? 

2011’de kesinlikle birbirine ilham verme ve geçiş mantığı var. Tunus ve Mısır, Avrupa’daki hareketleri mümkün kıldı, özellikle İspanya ve Yunanistan’ı. 2011 baharında, kendilerini Tahrir’in devamı gibi gördüler İspanya’da aynı kamp ve işgal mantığı, hatta demokrasi konusunda aynı söylem. 2011’de Kuzey Afrika’da doğan demokrasi talebi, küresel ölçekte hareketler için önem kazandı. 

İspanya’da doğru bu, ABD’de öyle, bence Türkiye’de de. Solda 20 - 30 yıldır demokrasi kavramından söz etmek çok zor, çünkü demokrasi kavramı yozlaştırılmış sağ tarafından. George Bush, başka bir ülkeye insanları öldürmek için asker gönderirken demokrasiden bahsedebiliyordu, ya da seçimlerden söz ederken demokrasiye atıfta bulunuyorlardı. Sol için demokrasi demek, sanki yasak bölgeye girmekti. Bence 2011’de olan en harikat şeylerden biri, ki bunun hakkını da Tunus’la Mısır’daki ayaklanmalara teslim ediyorum ben, demokrasinin yeniden sorgulanması oldu.

- Siz solun bu kavramları yeniden sahiplenmesi gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Evet, öyle. Aslında en önemli siyasi görevlerden birisi, sağın yozlaştırdığı siyasi sözlüğümüzü yeniden onarmak olacaktır. Taksim’de çok ciddi bir siyasi örgütlenme vardı aslında. Ama bence hareketi sürekli kılmak da önemli bir görev. Demokratik yapıyı, yatay yapıyı korurken, hareketi, kısa süreli değil, bir yaşam biçimi yapmanın sağlamanın yollarını bulmak gerek.

Latin Amerika, Kuzey Amerika, Avrupa, Batı’da gördüğüm, bize hep iki seçeneğimiz olduğu söylendi. Ya güzel bir şey yapacağız, yani demokratik ve eğlenceli, ama kısa süreli olacak ve bir sonuç doğurmayacak. Ya da daha çirkin bir şey yapıp geleneksel liderlik ve merkezi yapı formlarını kabul edeceğiz, bunlar kalıcı olacak ve sonuçlar doğuracak. İkisi arasında sıkışıp kalmak zorunda değiliz. Bence hem güzel, eğlenceli ve demokratik hem de etkili ve uzun soluklu olarak iktidarın karşısına çıkmamızı sağlayacak bir yol bulmalıyız. Bunu henüz başaramamış olmamız, yapamayacağımız anlamına gelmiyor. Bolivya Türkiye’ye örnek olabilir.

- Venezüella örneğine ne diyorsunuz? Bir ABD’li ekonomist, en demokratik ülke olarak tanımlamıştı...

Bence Latin Amerika’daki bütün ilerici hükümetler, bana olağanüstü bir şekilde yararlı görünen deneyimler yürüttüler son 10 yılda. Ben pek çok başlıkta siyasi bir laboratuvar olarak görüyorum Arjantin, Brezilya, Uruguay, Ekvador, Venezüella, Bolivya’daki ilerici hükümetleri. Sizin sorununuz Gezi forumlarını bırakıp bir yerlerde bir Chavez bulmak anlamına geliyorsa, ben bunun iyi fikir olacağını düşünmüyorum. Yatay çabaların terk edilmesi gerektiğini söyleyenlere karşı gardımı alıyorum diyelim. Bence hareketlerin içinde devam etmeliyiz. 

Rio de Janeiro’daki pek çok arkadaşım geçen yıl haziran ayında, birden kendilerini Türkiye’ye çok yakın hissettiklerini söylediler. Türkiye’yi daha önce düşünmemişlerdi bile, ama Rio’da kampın kuruluşunun başlangıcında Gezi’de olan bitenle ilgili gelişmeleri okuyunca, çıkış noktaları farklı bile olsa çok yakın hissettiler.

- Türkiye’de böyle çevre kaygısıyla bir hareket başlayacağını düşünebilir miydiniz?

Çevreyle ilgili kaygılar tamam, ama bir yandan da neo-liberalizme karşı bir mücadele. Dışarıdan bakınca, Osmanlı kışlası biçiminde alışveriş merkezi projesi, böyle bir projeyi kim düşünebilir, bu da ayrı bir soru. Dışarıdan bakınca, Hollywood filmi gibi. Daha yüksek bir noktaya çıkan neoliberalizm. 

- Kiç neo-liberalizm...

Benim Gezi ve Taksim’le ilgili ilginç ve açıklayıcı bulduğum bir nokta, hem özeli, ne-oliberal inşaat projesini, hem de kamuyu, devleti saf dışı bırakarak ortak bir şey yaratmaya çalışıyorlardı. Kenti ortak yapmak istiyorlardı, ne devlete ait ne özel sektöre ait mülk. Kenti açık ve paylaşılan bir alan haline getirmek için ortaklık.

- Ortaklık teması sizin için önemli, komünizme referans var mı?

Karmaşık bir mesele ama evet. Söylediğim gibi siyasi sözlüğümüzün temel kavramları yozlaştırıldı. Bu komünizm kavramı için de geçerli. İnsanlar gazetelerde komünizm dediklerinde, buna genelde benim anladığımın tam tersi bir anlam yüklüyorlar. Benim komünizmden anladığım, özel mülkiyetle birlikte devletin ortadan kaldırılması programı. Tanıdık geldi mi? Komünizm kavramını common (ortak) temelinde yeniden reforme etmeye kalkarsak başka bir şey elimize geçebilir. Paylaşılan açık alanların ve kaynakların demokratik yönetimi daha büyük bir organizasyonel çaba gerektiriyor. 2013 Türkiye ve Brezilya arasında metropolitan alanlar üzerinde çok yoğunlaşılmıştı. Metropolitanları ortak alanlar çevresinde dönüştürme üzerinde çokça durulmuştu. 

- Gezi, anladığım kadarıyla sizin ortak anlayışınız açısından bir örnek oluşturuyor...

Evet, mükemmel bir örnek. Bir taraftan eşit ve açık erişim, diğer taraftan da demokratik yönetim sistemi. Ortak zaten bu demek. Bu ayrıca, neo-liberalizm mi, devlet kontrolü mü diye bize dayatılan iki seçenekli ayrımı da kırıyor. Başka bir şeyi mümkün kılıyor. 

- Kürtler her ne kadar Gezi’ye, belirli nedenlerle kuşkulu yaklaşsa da Gezi sonrasında Kürt siyaseti ile Türkiye’nin batısındaki demokratik, sol güçlerin ortak bir zeminde buluşabileceği beklentisi ortaya çıkmıştı. Siz bunu mümkün görüyor musunuz?

Gezi’nin solu nasıl yenileyeceği, gelecekten bakılınca görülecek bir şey. Kürtler Gezi’ye şüpheli yaklaştıysa, ve barış için programı için programı olan tek özne sağ ise, o zaman sola yapılacak tek iş kalıyor, sol da kendi barış programını ortaya koysun. Dünyanın birçok bölgesinde dini, İslamcı örgütler yoksulu temsil edebilen neredeyse tek güç gibi. Sağ popülizme karşı tek çözüm, solun daha arzu edilebilir bir alternatif geliştirmesi.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler