Sürgün mağdurları ve hakikat!

Ucuz, popüler toplumculuktan söz etmiyorum. İnsansızlık çağında, sosyal medyanın bunca baskın kültür belirlediği süreçte kitaplar, özelde edebiyat üstüne düşünmek gerekir.

Yayınlanma: 17.12.2019 - 13:21
Abone Ol google-news

1- Juan Gabriel Vâsquez’in “çarpıtma sanatı” adlı kitabının son iki denemesini bitirdim. Kitabı sevmedim. Kimi tartıştığı konular ilgimi çektiyse de, dağınık buldum yapıtı. Yalnız “Kiracıların Edebiyatı” adlı deneme tam da üzerinde düşündüğüm bir sorunu tartışıyor. Yazarın savına göre “XX. yüzyılda sürgünlük bir tür kutsallık göstergesi halini alıyor.” Buna şaşkınlıkla bakıyor yazar ve dahası “kendi insanını görerek yazmak” ya da “bildiğin konuda yazmak” türü söylemlerin şişirilmiş tezler olduğunu dillendiriyor. 

2- Kurgucu kişinin iyi bildiği konuda yazmasının yararına inanırım. Ancak becerisi yüksek, hayal gücü tarifsiz biri çıkıp: “benim gözleme, deneyime gereksinimim yok” diyebilir. Buna neden itiraz edelim? Eleştirmen, okur karar verir. Göçmen olmanın kutsanmasına gelince, burada söylenecek çok şey var elbette. Özellikle bizim gibi ülkelerde zorunlu olarak yurdundan uzak kalmak zorunda olan kimselerin durumunu kutsamasak da, anlamak zorundayız. Kim yerinden yurdundan zorla gönderilmeyi makul sayabilir? Bu durumun sanat, edebiyat dünyasından olanak sağladığı koşullar olabilir. Yine de sürgünde olan kişiye sormak gerekir, “Sanatsal iktidar mı/şöhret mi, yoksa yurdunda olmayı mı tercih edersin” diye. 

3- Bizde en sarsıcı örnek Nâzım Hikmet olmuştur. Ardından sayısız kimse benzer yazgıyı paylaşıp, sürgün yaşamı sürmek zorunda kaldı. Geçenlerde yazışarak söyleştiğimiz Demir Özlü’den anladığım kadarıyla, bu durumu yaşamayan birinin tam olarak kavraması mümkün görünmüyor. Sürgün hali, bir tür kaçaklık! Ancak yazar Vâsquez’in şu tezine katılmamak elde değil. “Kişi eğer kendi tercihiyle yurdundan uzak bir yaşam sürüyorsa, buradan neden, nasıl bir mağduriyet devşirilebilir?” Kendi örneğinden hareketle, üç ayrı ülkede yaşadığından ve hayli mutlu, verimli günler geçirdiğinden de söz ediyor. 

Yurdundan ayrı kalmış kişi için “mecburiyet” ölçü olmalıdır. Eğer dileği dışında, siyasal gerekçelerle yurdunu terk etme zorunda kalırsa yazar (ya da herhangi biri) elbette hüzünlü, düşündürücü, yaralayıcı bir tablo çıkar ortaya. Yok eğer, yeni olanaklar peşinde koşmak, bir de piyasaya açılmak için yurdunu geride bırakıyorsa kişi, aynı ölçü söz konusu olamaz. Nâzım Hikmet’le Elif Şafak’ı, eşitlemek kimin haddinedir? 

4- Tüm dünyada özgür olmak, sadece kendi ülkene girememek, tersten, tuhaf bir tutsaklıktır. “Bundan kötüsü ne olur?” diye düşünürsek, sanırım “kendi ülkende sürgün olmaktır” yanıtı verilebilir. Ayağını bastığın toprak, aynı dili konuştuğun insanlar yabancıysa, yara derindir. Eğer yazarsanız, özgürlük istersiniz. Dilediğini söylemek, yazmak, tartışmak, kurgulamak, öyküler anlatmak ister. Kendi ülkesinde özgür olmayan biri dünyanın başka yerinde de olamaz! Yazar, kendi insanına seslenmediği takdirde kimseye konuşamaz. 

Juan Gabriel Vâsquez’in bu söylediklerimi umursamadığını anlıyorum. Ona göre yerkürenin neresinde olursa olsun kişi, kime yazarsa yazsın, önemli olan yazmanın kendisi. Oysa yazar kendini ancak coğrafyasının insanında görebilir. Yurdunda sürgün olunca kimsesizlik, yalnızlık, derin uçsuz bucaksız tenhalık hisseder. Bir dili vardır ama dilsizdir. 

5- Yazarlık, yalnızlık işidir, kabul. Peki, bencillik işidir diyebilir miyiz? Yazarın yaratısı dışında sorumlu olduğu herhangi bir konu yok mudur? Bu sorun üzerine kafa patlatmak zorundayız. Yazarlık mesleğinin görünen yararlarından söz edemesek de, birçok tartışmayı içeren, zihinsel yararları olduğunu gözden kaçırmak mümkün mü? İçi boşalmış edebiyatın kime ne yararı var? 

Ucuz, popüler toplumculuktan söz etmiyorum. İnsansızlık çağında, sosyal medyanın bunca baskın kültür belirlediği süreçte kitaplar, özelde edebiyat üstüne düşünmek gerekir. “Ben kendi kuleme çekilir, kapımı kaparım” diyen Montaigne’nin koşullarına sahip değiliz, piyasa koşulları her yandan bastırıyor. Kaldı ki o kulede ne yazıldığı çok önemli. Salt kendi için kalem oynattığını savlayan Montaigne doğruyu söylemiyordu. Öyle olsa bunca yıldır peşine düşmezdik.

6- Bir diğer sorun da üçüncü dünya ülkelerine uygun görülen “sürgün filozof” hali. Batı kitapçılarında boy göstermek için, salt onların izin verdiği liberal tezleri güzelleme yaparak varlığını sürdüren yazar tipiyle karşı karşıyayız. İlkin coğrafyanı, ülkeni “şarkiyatçı” bir dille masaya yatıracaksın. Nasıl buradan giden her yazarın kitap kapağını camili, fesli görmek istiyorlarsa; düşünür/yazarlarını da liberal tezlerin tetikçisi olarak vitrine koymak istiyorlar. Uçucu bir ün için bu türden ödün vermek, hadi gerçeği diyeyim, etik zaaf göstermek benimsenebilir mi? Üstelik kendi dilinde vasatı yakalayamayan biri için bunca alkış boşuna değildir elbette!

7- Demir Özlü ile bitireyim. Gerçekten mecbur kalarak yurdundan uzağa düşmenin ne demek olduğunu anlamaya hakkımız var. “İşte Senin Hayatın” anlatısında diyor ki;

“Zenginleşerek modernleşmiş, konforlu hale gelmiş kentte zenginleşmenin nedenlerinden biri olan denetimli kapitalizme (çünkü eski kuşaklar ulusal bir sanayi kurmayı başarmışlardı), onun sonucu olarak da güncel dünyada yaşanan vurdumduymazlığa gözlerini kapatabilirdin. Bu yüzden bu yeni ülkede hiç tanınmayan biri olarak yaşamayı seçtin. Kendi ülkende o güne değin en az üç defa seni gözaltına almak için kapını çalan siyasi polis ya da asker asla yoklamayacaktı seni. Her an tevkif edilebilme tehdidi altında yaşamıyordun artık. Böylece bütün zamanın -en değerli olan şey kuşkusuz senin kendi zamanındı- sana kalacaktı.” 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler