Tuna Kiremitçi, polisiye romanı ‘Mezun Cinayetleri’ni anlattı

Kiremitçi, “Polisiyede hikâye matematiğinin sağlam olması gerekiyor. Sadece güzel yazmak yetmiyor. Her sanatın olmazsa olmazları burada da geçerli. Yaratıcılık ve sadelik gibi” diyor.

Yayınlanma: 03.06.2021 - 13:30
Abone Ol google-news

Tuna Kiremitçi’yi ne müzisyen ne de yazar olarak tanıtmaya gerek var. Uzun yıllardır iki farklı sanat dalında iyi eserlere imza atan Kiremitçi, bu sefer yeni bir türle, bir polisiye romanla okurlarla buluştu. 

Mezun Cinayetleri Kiremitçi’nin ilk polisiye romanı. Doğan Kitap etiketiyle çıkan kitap, yerli polisiye edebiyatın nitelikli örneklerinden biri. 

Yazarın polisiye edebiyat sevdalısı olduğunu, bu türün incelikleri üstüne düşündüğünü ve sıkı bir araştırma yaptığını romanı okuduğunuzda anlıyorsunuz. 

Romanın ana kahramanı Başkomiser Perihan Uygur’a ve gelecekteki maceralarına ‘hoşgeldin’ derken, bir polisiye yazarı olarak ‘sormasaydım olmazdı’ diyeceğim soruları Tuna Kiremitçi’ye yönelttim.

Uzun bir aradan sonra yeniden bir romanla okurlarla buluştun. Tekrar klavye başına oturma kararın nasıl gelişti ve neden polisiye edebiyat?

Polisiye yazmak aslında emeklilik projemdi. Bir gün müzik yapamaz olursam Foça’ya yerleşip yazmayı düşünüyordum. Başkomiser Perihan Uygur ve kitabın konusu epeydir aklımda geziniyordu. Derken pandemi geldi ve bütün müzisyenler gibi ben de kendimi boşlukta buldum. O zaman sözüne kıymet verdiğim bazı yazar arkadaşlarım “Hadi artık otur şunu yaz!” dediler. Ben de arkadaş sözü dinledim. Bahanem kalmamıştı çünkü.  

Mezun Cinayetleri günümüz Türkiyesi’nde geçiyor. Söz konusu cinayet soruşturmalarını tamamen kadınlardan oluşan bir ekip yürütüyor. Polisiyede kadın kahramanların yükselişiyle ilgili düşüncelerin neler?

Zekâya aşığım. Kadınlar zekâ ve sezgileriyle dedektifliğe daha çok yatkınlar. Erkeklerin göremediği detayları ilk bakışta süzebiliyorlar. Herhalde polisiye bizde saygı görmeye geç başladığından sıra kadın polislere ancak geliyor. Dünyada da aynı dönüşüm 21. yüzyılda yaşandı. Stieg Larsson’un “Ejderha Dövmeli Kız” romanı bir kırılma. 

Romanda Başkomiser Perihan’ın ekibi için kullanılan ‘Bacılar bölüğü’ senin için neyi simgeliyor? Bu kurtarılmış bir bölge mi yoksa?

Başkomiser Perihan Uygur da kadınların iyi dedektiflik yapacağını düşünüyor. Ekibini kadın memurlardan kuruyor. Teşkilatta kadın oldukları için dışlanmış polisleri tercih ediyor. Bu onun meslek felsefesi olmuş. Erkek polisler onlara Osmanlı’nın ilk zamanlarındaki sırf kadınlardan oluşan güvenlik birliğinin adını lakap olarak takmış. Ama Perihan sayesinde zamanla bu lakaba saygı duymayı öğrenmişler. 

Polisiye roman sence sosyal gerçekçi edebiyatın yerini mi alıyor? Polisiyenin böyle bir misyonu olmalı mı?

Aslında edebiyatın illa ki bir misyon yüklenmesi şart değil. Polisiye edebiyatınsa son yirmi yılda Avrupa’da sosyal bir çizgiye geldiğini görüyoruz. Petros Markaris bunun roman sanatının iyice postmodernleşip sosyal gerçeklerden kopmasına bağlıyor. Toplum sorunlarını yansıtmanın polisiye edebiyata kaldığını söylüyor. Manzaraya bakınca kendisine katılmamak zor. Zaten ben de öyle romanlardan hoşlanıyorum.  

Polisiye özel bir tür ve genellikle yazarlar 'genre' yazmaktan kaçınır. Bunun bazı tuzakları olduğunu ya da kendilerini sınırlayacağını düşünür. Ayrıca polisiye edebiyat üstüne genel kanı da etkilidir bunda. Polisiye türünde yazmanın zorluklarından ve zevklerinden söz eder misin?

Biliyorsun, polisiye okurları zeki insanlar. Hem yüksek beklentilerini karşılamanı hem de onları şaşırtmanı istiyorlar. Yazar için heyecanlı bir meydan okuma. Dramatik yapının ve hikâye matematiğinin sağlam olması gerekiyor. Sadece güzel yazmak yetmiyor. Her sanatın olmazsa olmazları burada da geçerli. Yaratıcılık ve sadelik gibi. Dozunda bir kara mizah da olursa hem okuması hem de yazması zevkli oluyor.  

BARDA KARŞILAŞTIĞI O POLİS

Başkomiser Perihan Uygur deneyimli ve sakin bir polis. Bir söyleşinde bu karakteri gerçek bir polisten esinlendiğini söylemiştin. Kadın polisler hakkında okurların belli beklentileri olduğunu ya da klişelere saplandığını düşünüyor musun?

Evet, yıllar önce bir gazete haberi görmüştüm. İzmir’de ekibiyle beraber 50’den fazla cinayet vakasını çözen bir kadın Başkomiser... Haber fotoğrafındaki kadının alıştığımız standart dedektif tipiyle ilgisi yoktu. Orta yaşlı, tatlı-sert bir öğretmene benziyordu. Değişik bir polisiye roman karakteri olabileceğini düşündüm. Yardımcısı Ayla’yı yazarken de eskiden çaldığım bir barda karşılaştığım narkotik polisi genç kadından esinlendim. Okur klişelere saplansa da sonuçta yazara düşen bu klişeleri ters yüz etmek. Polisiye okuru da galiba içten içe bunu bekliyor. 

Karakter ve olay örgüsü yaratırken seni besleyen kaynaklar neler? Bir fikri kurguya dönüştürme sürecinden söz edebilir misin?

Dramatik yapıyı oluşturan fikri yıllar önce bulmuştum. Zaten o fikrin verdiği cüretle yazmaya başladım.. Yazarken bir dizi araştırma yapmam gerekti. Olay yeri inceleme, adli tıp, otopsi, kriminoloji, balistik gibi konularda… Yerli emniyet teşkilatının işleyişini anlamak için birkaç polis tanıdığa danıştım. Editörüm Hülya Balcı ile dosyayı en başından tekrar ele aldık. Ekleme ve çıkarmalar yaptık. Bu da yaratıcı bir süreçti. 

Son dönemde sinema ve dizi dünyasındaki polisiye eserlerin artışıyla ilgili ne düşünüyorsun? Ve bunun polisiye edebiyata olan etkileri hakkında?

Edebiyattaki dönüşümü senaryolarda da görüyoruz. Toplumların kanayan yaralarını anlatıyorlar. Daha soldan bakıyorlar. Yüzeydeyse heyecanlı olaylar yaşanıyor. Yani katmanlı bir yapı... İsteyen eğlence olsun diye izliyor, isteyen daha hassas aletlerle derinliklerini yokluyor. Aynı şey polisiye romanlar için de geçerli. İyi dizi senaryoları bazen gayet ilham verici oluyor. Özellikle diyalog yazma konusunda. 

Romanında geçen güzel bir Hemingway sözü var; ‘Cesaret baskı altındaki zarafettir’. Ülkede kadınlara yönelik vahşet bu düzeydeyken hala zarif olma şansımız var mı?

Hemingway maço bir tiptir biliyorsun. Yine de bu sözünü severim. Vahşetin zirveye çıktığı Birinci Dünya Savaşı cephesindeyken düşünmüş. “Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” anlamında. Zor zamanlarda bile karanlığın ruhumuza sızmasına izin vermemek. Bu da bir çeşit direniş.  

Suç edebiyatının sevdiğin türlerini sormak istiyorum. En çok okuduğun romanlar ve yazarları kimler

Agatha Christie tarzı “Katil kim?” romanlarına artık çok yakın değilim. 40’lı yılların Amerikan kara romanlarını severim. Raymond Chandler gibi... Sonrasında aynı hattı izleyen Andrea Camilleri, Ian Rankin, Henning Menkell, Jo Nesbo… Eskiden George Simenon severdim ama epeydir okumadım. En son Carmen Mola’nın kadın dedektif karakteri Elena Blanco’ya bayıldım. Yerli edebiyatta sen, Armağan Tunaboylu, Çağatay Yaşmut, Algan Sezgintüredi, Ayşe Erbulak, Alper Canıgüz… Aslı Perker’in tek suç romanı “Cellat Mezarlığı” da çok iyidir. Hepimiz Ahmet Ümit ve Celil Oker’in paltosundan çıktık bence. Yıllarca çalışıp yerli polisiyeye saygınlık kazandırdılar.     

MÜZİKTEN DE YAZIDAN DA KOPAMIYOR

Sen iki ayrı sanat dalıyla uğraşan birisin. Edebiyatın yanı sıra uzun yıllardır müzik yapıyorsun ve son albümün On Numara Olaylar bu senenin başında çıktı. Sence seni tanımlayan müzik mi yoksa edebiyat mı? Gönlün hangisinden vazgeçemez?

Bedri Rahmi Eyüboğlu "Şairlere sorarsanız ressamım, ressamlara sorarsanız şairim" dermiş. Beni de müzisyenlere sorarsan romancıyım, romancılara sorarsan müzisyenim... Şaka bir yana, on altı yaşımdan beri ikisini beraber yapıyorum. Altı yıldır roman yazmamıştım. Daha önce müzikten uzaklaşıp sadece yazarak sekiz yıl geçirdiğim oldu. Demek ki ikisinden de kopamıyorum. Galiba yazmak içe dönük, müzik yapmak dışa dönük yanımı temsil ediyor. Neyse ki şehir ozanı olmak edebiyatla müziği buluşturmaya izin veriyor.  


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler