Atatürk’süz ‘ilk gün’den notlar

Dönemin gazete yazarları “10 İkinciteşrin” günündeki duygu ve düşüncelerini anlatıyor.

Yayınlanma: 09.11.2018 - 20:46
Abone Ol google-news

MİYASE İLKNUR: Atatürk’ün hastalığının hızla ilerlediği, 9 Kasım 1938 gününün akşam üstünde
anlaşılmıştı. Doktorların o akşamki bildirilerinde hiçbir umut verici ifade yoktu. Bunun anlamı, doktorların da artık, Atatürk’ün yaşamından umudu kesmiş olmalarıydı.

Durum, 9 Kasım akşamı, o sırada Ankara’da bulunan Başbakan Celâl Bayar’a iletilmişti. O da, o gece, dönemin en hızlı ulaşım aracı olan trenle İstanbul’a hareket etmişti.
Tren, devletin Cumhurbaşkanı’na tahsis edilmiş olan ve “beyaz tren” diye anılan birkaç vagonlu trendi. Haydarpaşa İstasyonu’na sabah vakti ulaşmıştı. Bayar motorla Avrupa yakasına geçip Dolmabahçe Sarayı’na, saat 9’dan kısa süre sonra girebildi. Ama ölümden öncesine yetişemedi. O hasta odasına girdiğinde, Atatürk son nefesini vermişti.

Haberin resmi açıklaması ve Ankara’ya ulaşması, oradaki doktorlar heyetinin raporlarını hazırlayıp Anadolu Ajansı’na iletmesiyle oldu. Bayar, doktorlarla ve diğer ilgililerle görüştükten sonra, geldiği trenle yeniden Ankara’ya hareket etti.

Başbakan’ın durumu böyle... Size gelince... Siz o sırada Ankara’da Ulus’taki Devrim İlkokulu’nda birinci sınıf öğrencisiydiniz. O günle ilgili anılarınızı yazmıştınız.

ALTAN ÖYMEN: Evet, o günü bugünmüş gibi hatırlıyorum.
M.İ: Anlatmıştınız. Okuyorum kitaptan.

“Ankara’da basılıp günü gününe okunabilen gazete, sadece Ulus gazetesiydi. İstanbul gazeteleri trenle gönderilir ve en erken ertesi gün gelirdi. Onları okuyanlar da çok az olurdu. Bizim evde Ulus’la yetinilirdi. Ama babam zaman zaman, işten eve gelirken bir gün öncesinin Cumhuriyet’ini de getirirdi.
Ölüm, 10 Kasım sabahı saat 9’u 5 geçe olduğu için, haberi, o sabahki gazetelerde yoktu. Haber, biz okuldayken, sanırım bir teneffüs zamanında birdenbire geldi. Bir anda yayıldı ve herkes ağlamaya başladı. Öğretmenler, görevliler ve biz çocuklar birbirimize baka baka uzun uzun ağladık.
Bir süre sonra bizi eve gönderdiler. Evde de durum aynıydı. Anneannemin, annemin gözleri kan çanağı gibiydi. Babam işindeydi. Radyoda ‘matem müziği’ çalıyordu. Bir süre sonra İstanbul’da Atatürk’ün tedavisi için başında bulunan doktorların yazdığı resmi tebliğ (bildiri) okundu.”

M.İ: Evet, devam edelim, sizin o 10 Kasım günkü çocukluk anılarınıza.
A.Ö: O zamanki benim çocukluk anılarım, Ankara’dan. Onlara devam edeceğim. Ama bir de o zamanki büyüklerin anılarına baktım, benimkilere gelmeden önce... 10 Kasım günü ikinci baskı yapabilen gazetelerin o sayılarına ve 11 Kasım günkü gazetelere... Bende örnekleri vardı. O zamanki gazetecilerden bazısı, o gün Dolmabahçe Sarayı’nın içinden izlenimler yazmıştı.

M.İ: Kimler mesela?
A.Ö: Biri, o zamanın ünlü kadın gazeteci ve edebiyatçısı Suat Derviş. O dönemin Bugün gazetesinde yazmış. O gün Dolmabahçe Sarayı’nda görev yapıyormuş. Başbakan Celâl Bayar’ın gelişini izlemiş. Bakın birazını okuyayım, şöyle yazıyor:
“Büyük Şef, derin bir dalgınlık içinde yavaş yavaş, tıpkı uyur gibi, tıpkı söner gibi öldü. Odasında müdavi doktorlar vardı. Atatürk’ün ölümünden pek kısa bir zaman sonra Başvekil Celâl Bayar, solgun bir çehreyle Şefin (Atatürk’ün) odasına girdi.
Büyük keder içinde yatağının önünde eğildi. Orada uzun bir müddet, yüzünü eliyle örterek, derin bir huşu içinde sessiz kaldı.
Bayar, odadan çıktığı zaman gözlerinden akan yaşı zapt edemiyordu. Her Türk gibi, bu büyük matem karşısında o da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.”

Anadolu Ajansı’nda
Suat Derviş, o gün Dolmabahçe Sarayı ile şehrin başka bazı yerlerinde de bulunmuş. O arada Anadolu Ajansı’nın İstanbul binasına gitmiş. Oradaki durumu da şöyle anlatmış:
“Resmi tebliğ ajansa geldiği zaman bunu teksir edip gazetelere yollayacak daktilolar (daktiloyla yazan görevliler anlamına) ağlamaktan iş yapamıyorlardı. Bu fena haberi daktilolara dikte eden memurun ağlamaktan ne söylediği anlaşılamıyordu.
Vazifelerini yapmak için hıçkıra hıçkıra daktiloları başına geçen genç kızlar, heyecandan durmadan yanlış yazıyorlardı. Ve tekrar tekrar kâğıt takarak, haberi yeniden yazmaya çabalıyorlardı.”

Şiirle anlatım
Suat Derviş, o gün bir röportajcı gibi çalışmış. Ayrıca o günün havasını şiirle yansıtanlar var. Edebiyatçı, tarihçi, pedagog yazar İbrahim Alaattin Gövsa’nın “Atamızı Tavaf” başlıklı ünlü şiiri, hem Cumhuriyet’te hem Ulus’ta yayımlanmış, Bir bölümü şöyle:
Bir milletin melalini söyler derin derin
Derya; önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin.
Gönlümde eski hatıralar, eyledim tavaf,
Artık o doğmuyor diye muzlimdi
(karanlıktı) her taraf.
Çamlar hüzünlü, yollara düşmüş söğüt, çınar.
Yaprak döküp huzura kapanmıştı
sonbahar. (...)
Sessiz nöbetçiler de heyula dolaşmada. Her yerde bir kederli muamma dolaşmada
Susmuş bütün saray, nefes almaz o izdiham
Son uykusunda tek rahat etsin deyip Atam”

Yunus Nadi’nin izlenimleri
O günkü gazetelerde, dönemin “başyazar”larının da notları var. Onlara da beraberce bakalım:
Cumhuriyet’in -aynı zamanda milletvekili olan- başyazarı Yunus Nadi, İstanbul’dan 9 Kasım akşamı kalkıp, 10 Kasım sabahı 9.45’te –yani Atatürk’ün ölümünden hemen sonra- Ankara’ya varan bir trenle gelenler arasındaydı.
Nadi, Atatürk’ün ölümünün, çok yeni bir haber olsa da, Ankara’da herhangi bir şekilde işitildiğini veya hissedildiğini sezmiş. O sıralardaki izlenimlerini, daha sonra Ankara’dan İstanbul’a telefonla bildirmiş. Şunları anlatıyor:
“Ankara Garı’na giren trenle Ankara’ya çıktıktan sonra, ilk tereddüt dakikalarında kimse, yüksek sesle diğerine hitap edemiyor, hatta yek diğeriyle konuşmaktan mütehaşi (çekinen) birer hayalet gibi geziyordu. Alınmasından korkulan zalim ve acı haber nihayet, bilmiyoruz nereden ve nasıl, bir kâbus sıkletiyle (ağırlığıyla) ortalığa –düştü değil de- adeta çöktü.”

Meclis’teki boğucu hava

Yunus Nadi, daha sonra üyelerinden biri olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin binasına gidiyor. Oradaki izlenimleri de şöyle:

“Bir aralık uğradığımız Meclis’te ayaklarının ucuna basarak yürüyen arkadaşların gözleri bulutlu, ağızları kenetli, boğazları tıkalı, neredeyse hafakandan (sıkıntıdan) boğulacakmış manzaralarına tahammül etmek imkânı yoktu. İnsanın üstüne dağlar devrilse, bilmiyoruz, bu kadar sıkabilir ve ezebilir miydi?”

Yunus Nadi, boğuculuğunu, eziciliğini, acı vericiliğini vurguladığı bu manzara karşısında bir çıkış yolu ararken, o yolu gene Atatürk’te buluyor.
Kurtuluş Savaşı döneminden beri yakınında bulunduğu Atatürk’ün benzeri durumlardaki davranışlarını hatırlayarak şunları yazıyor:

“Bununla beraber Atatürk’ün ölümünde şu hususiyet var ki, biz onun aramızdan sökülüp gitmesi elemiyle, asla teselli bulmayacak gibi sıkılır sızlanırken, Büyük Şef, kâh şen ve beşuş (güleryüzlü) kâh vakur ve amir çehresiyle, mütemadiyen karşımızda tecelli ederek, etrafımızı alarak, benliğimizi çevreleyerek, hep bize, sızlanıp durmamak lüzumunu (gereğini) ihtar ediyor.”

En mes’ut Türkler kimler?

O zamanki Akşam gazetesinin sabihi, başyazarı Necmettin Sadak’tı. Aynı zamanda milletvekiliydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Dışişleri Bakanlığı da yapacaktı. 11 Kasım günündeki başyazısında Atatürk’ün ölümüyle ilgili yorumu şuydu:
“Sanki kader, Atatürk devrinde yaşamak talihini tadan neslin saadetini çok gördü, onun yüreğine tahammül edilmez bir ye’sin acısını kattı.”
Benzeri bir yorumu, Ankara’da çıkan CHP sözcüsü Ulus gazetesinin başyazısında, gazeteci-milletvekili Falih Rıfkı Atay yapmıştı. O da şöyle diyordu:
“En mes’ut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlar. Ömrümüzün ve Türk milletinin en acı yasını tatmak talihsizliği bize düştü. (...)”
“...Benden sonra... Benden sonra... Senelerden beri hepimiz, böyle bir kara günün ıstırabını bu iki kelimeyle gönlümüzden uzaklaştırıyorduk. Düşünmekten korkuyorduk. İşte onsuz kaldık.”
Onsuz... Fakat ona bin kere verdiğimiz bir tek namus sözüyle kaldık: Eserini ve davasını korumak ve yükseltmek!..
Bizler için hayatın bir manası varsa, bu yemini yerine getirmek için yaşamaktır.”

Sertel ile Yalçın

M.İ.: Cumhuriyet gazetesini gördük. Ulus gazetesini de. O iki gazete de, Cumhuriyet’in başından beri var olan, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i kuvvetle destekleyen gazeteler. Öteki gazetelere de bakalım:
A.Ö.: Hepsi öyle. Her biri siyah başlıklar ve çerçevelerle yayımlanmış. Aralarında hükümetin bazı tutumlarını eleştiren gazeteler de var. Mesela Tan gazetesi... 1940’lı yıllarda komünistlik propagandası yapıyor diye, suçlanacaktı. İstanbul’daki binası önünde nümayişler yapılacak, matbaası tahrip edilecekti. Gazetenin ünlü başyazarı Zekeriya Sertel, Atatürk zamanında da İstiklâl Mahkemesi’ne verilmişti, daha sonra da hakkında soruşturmalar açılacaktı. O gazetenin o günkü sayısına bakalım: Ondaki başlıklar, yazılar da ilginç.

Sertel’in “Büyük matemimiz” başlıklı başyazısının, ilk paragrafı şöyle:
“Ölüm denilen zalim kuvvet, nihayet içimizden en büyüğümüzü, en çok sevdiğimizi de aldı. Türkiye’ye ve Türklere nur saçan ışığı söndürdü. Ruhlarımızı ve gönüllerimizi karanlığa boğdu.”
Yazının ikinci bölümünde ise Atatürk’ü, tarihteki başka liderlerle karşılaştırıyor Zekeriya Sertel:
“(...) Ordularını Hindistan’a kadar götüren Büyük İskender, 32 yaşında öldüğünde arkasında ne bırakmıştı? Bir hiç.

Avrupa’yı bir kasırga gibi altüst eden ve Moskova’ya kadar uzanan Napolyon, ölümünden sonra arkada ne bıraktı? Yıkık dökük bir Avrupa, Fransa’ya karşı kinle dolu bir dünya.
Hatta müstakil bir millet kuran Waşhington bile, arkasında nihayet müstakil bir millet bırakmıştı.
O bize müstakil bir vatan bırakıyor.Genç ve zinde bir Cumhuriyet bırakıyor.

Hamleli ve atılgan bir inkılâp bırakıyor.
Milletine bu kadar büyük bir miras bırakarak hayata gözlerini rahatça kapayan pek az adam yetişmiş veya hiç yetişmemiştir.”
Sertel’in yazısının son bölümü de şöyle:

“Atatürk’ün ikinci bahtıyarlığı gözlerini ebediyen kaparken, hayatı pahasına kurduğu bu büyük eserin muhafaza edileceğinden emin olmasıdır. Yetiştirdiği yeni nesil bu eserin bekçisidir. 17 milyon Türk onun bekçisidir. Ve bütün Türk milleti, Türk gençliği Atatürk’ün cenazesi arkasında onun büyük eserini korumaya ve yaşatmaya yemin edecektir.
Zaten büyük matemimizi bize unutturacak yegâne kuvvet de budur.”
Zekeriya Sertel’in yazısı böyle... Peki, Sertel’in 1940’lı yıllarda karşılıklı ağır polemiklere giriştiği bir başka yazar var. Aslında ünlü Tanin gazetesinin başyazarı.

M.İ.: Hüseyin Cahit Yalçın.
A.Ö.: Evet. Ama o sırada Tanin gazetesi çıkmıyor. Hüseyin Cahit Yalçın, o yıllarda, İstanbul’da çıkan Yeni Sabah’ta başyazı yazıyor.
Yeni Sabah daha sonraki 1940’lı yılların, hükümeti zaman zaman eleştiren bir gazetesi. Ayrıca Hüseyin Cahit Yalçın, Atatürk zamanında İstiklâl Mahkemesi’ne verilip, hapiste yatmış, sonra da bir süre gazetecilik yapma imkânını kaybetmiş bir gazeteci-siyasetçi.
O da Atatürk için en duygulu yazılarından birini yazmış. Yazının hayli uzun başlığı şu:
“Bu milletin ruhunu en iyi Atatürk anladı”
Atatürk ve millet aynı şeydi. İşte bir ahenktar anlaşmalarıdır ki, tarihin en büyük mucizesi olan Türk Cumhuriyeti’ni yarattı.

Yazının son paragrafı da şöyle:
“Bugün gördüğümüz şu hür ve şerefli vatan, kendisini Atatürk’e candan bağlı hisseder. Onun içindir ki, şimdi Atatürk’ü kaybetmekle bir yetimlik hüznüne bürünmüştür. Her Türk şu dakikada gözlerini vicdanına çevirerek orada Atatürk’ün dehasına, iradesine, çalışmasına borçlu olduğu istiklâli, şerefi, inkılâp ve taaliyi büyük bir minnettarlık ve bağlılıkla görecek ve dûçar olduğu matemin sızısını bütün şiddetiyle duyacaktır.”

M.İ.: O zamanın ölçülerine göre, biri solda, biri sağda yer alan iki yazar. İkisi de Atatürk zamanında İstikal Mahkemeleri’nden geçmiş. Aslında birbirleriyle hiç anlaşamıyorlar. Daha sonra, aralarında çok ağır polemikler geçecek... Ama o gün Atatürk hakkında yazdıklarında, tam bir fikir birliği halindeler.

Yücel, Nabi, Cartier

A.Ö.: Evet. Herkesin duyguları aynı gibi. O gün gazetelerde bu durumun daha birçok örneği var. Biraz daha bakalım. Mesela Ulus’ta, daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevini üstlenecek olan Hasan Ali Yücel’in de bir yazısı var: O da gene, Atatürk’ü kaybetmenin acısının büyük olduğunu vurgularken, onun etkisinin gelecekte de devam edeceğini belirtiyor ve diyor ki:
“Ufkumuzdan ağır ağır ve ihtişamla çekildi. Sıcaklığı kalbimizde devam ediyor. Işığı hâlâ bizi aydınlatacak.
Onun için yanıyoruz. Onunla yanıyoruz.”
Ulus’ta ayrıca, Türk edebiyatına gerek yazar, gerek yayıncı olarak büyük katkıları olan yazar Yaşar Nabi’nin de bir yazısı var. O da, o 10 Kasım gününde edindiği izlenimlerini yansıtıyor. Özellikle de –o zaman “mektepli” diye anılan- öğrencilerin durumuna değinerek, şunları yazıyor:
“Dün acı hakikati öğrenerek mekteplerinin kapılarından hıçkıra hıçkıra çıkan Türk yavrularının gözyaşlarına şahid olduysanız, mini mini kalplerde bile bu derece büyük bir yer almış olan insanın, bütün bir millet tarafından nasıl insanüstü bir sevgiyle sevilmiş olduğunu daha iyi fark etmişsinizdir.”
Ulus gazetesinde ayrıca, yabancı gazetelerden aynı konudaki alıntılar da yer alıyordu. Bir kısmı Avrupa’daki bir gün önceki akşam gazetelerinden Anadolu Ajansı tarafından derlenmiş yazıların alıntılarıydı. Bir kısmı ünlü yazarların daha önceki yazılarından alınmıştı.
Mesela ünlü Fransız siyaset yazarı Raymond Cartier’nin bir yazısından Türkiye’nin “hasta adam” diye anılıp, artık “ölmek üzere” olduğu öne sürülürken, birdenbire canlandığını, yenileştiğini, eski düzenin kapitülasyonları gibi son döküntülerini ülkesinden söküp attığını, hatırlatıyordu.
Ve soruyordu Raymond Cartier:

“Bu nasıl oldu?”
Sorunun cevabını da şöyle veriyordu:
“Sadece, oradan bir insan geçti. Orta boylu, herkes gibi yürüyen, bakışları ve gözlerinin ışığı müstesna bir insan. Onun adı Mustafa Kemal’di.”

YARIN: YENİ BİR DÖNEM

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler