Hikmet Çetinkaya

Ödlek!..

05 Kasım 2014 Çarşamba

Duygularla örülmemiş konuşmalar, insan sevgisi, düşünceye kelepçe vurmak...
Peki, hayata ilişkin neler söyledin, neler yazdın bugüne dek?
Soma’da yaşanan katliama, Ermenek’e nasıl baktın...
Sesli ve sessiz harf nedir senin için!
Demokrasi, özgürlük kavramı, emeğin sömürülmesi, kölelik düzeni...
Parasız eğitim isteyen üniversiteli gençleri, boynuna poşu takan öğrenciyi nasıl tutukladın?
Anlam çeşitlemesinin yelpazesini açarken, nefret, acımasızlık, küçümseme, aşağılama bir yumaklaşmayı getirirken o gençlerin bileklerine kelepçeyi vururken düşündün mü hiç?
Zindanlara attın, çürüttün onları!
Bir duygunun ağırlığı tek sözlüğe sığmaz...
Bir işkenceciyle kurbanı arasındaki tek sözcük bile karmaşık ilişkinin kapısını aralayabilir...
Eğer vicdanı varsa oturup düşünebilir.
Sözcüklerin ansızın huysuzlaştığını, kendine yüklenen anlamların ağırlığını insan olan anlayabilir...
Bunun adı “hayat suyu”dur; insan yazdığı birkaç tümce için zindanlara atılmaz.
Yazılı ve görsel basına yapılan baskı!
Özgür haberciliğin içine edilmesi...
İktidar yandaşlığı!
Medya patronlarının korkusu!
Söyleyin bana hangi çağda yaşıyoruz...
Bu zulmü, tek adamlığı, baskıyı niçin görmezden geliyoruz?

***

Vahşi kapitalizm!
Köle düzeni!
Aşağılama!
BirGün’de Ayça Söylemez yazdı dün...
500 bin çocuk işçi tarlada çalışıyor...
Çukurova, Ege, Karadeniz, Karacabey’de...
Fındık, pamuk, sebze topluyor mevsimine göre...
İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı bir raporda;
Ordu, Fatsa, Giresun ve Sakarya’ya fındık toplamaya giden Kürt ailelerin şu sözleri insanın içini acıtıyor:
“Adıyaman’dan 11 kişilik minibüsle, evden aldığımız yatak yorganlarımızla yola çıktık, dünden beri yollardayız. Buralara iş aramaya geldik ama bulamadık. Gidecek yer bulamadığımız için yol kenarında yatıp kalkıyoruz.”
İş yok!
Aş yok!
Para yok!
Elektrik yok!
Su yok!
Tuvalet yok!
Uzaklıkla yakınlık birbirine karışıyor...
İş bulanların çocukları okula devamsızlıktan sınıfta kalıyor...
Burası Çukurova...
Pamuk eskisi kadar çok üretilmiyor.
Çocuk gözlerindeki yalnızlığa, yıllar önce pamuk, çay, fındık, tütün röportajları yaparken tanık olmuştum...
Dayıbaşılarının acımasızlığını görmüştüm!
Fırsatçılığı...
Dayanılmaz acıyı, sömürü çarkının dişlilerini, yoksulluğu...
Zamanın geçmişte kaldığını, kendisi için akmadığını algılamayan insanlarımızın çaresizliğini.
Evet suçlu hep bu devletti!
İnsanını aşağılayan, nefret eden, kötülüyen devlet!

***

Devletin başında olanlar kendi düzenlerinin çarklarını iyice yağladılar...
Demokrasiyi ve özgürlükleri yok ettiler, sözcüklerimizi kendi kafalarına, inançlarına, dinlerine, mezheplerine, ırklarına göre hayatımızın içine koydular!
Bize yerle gök arasındaki çizgiyi göstermek istemediler!
Biliyor musunuz kimsesizler mezarlığında kaç ölümüz var bizim?
Kaç faili meçhulümüz var bizim? Kaç çocuğumuz, kardeşimiz öldürüldü?
Ahmed Arif “dağlarına bahar gelmiş memleketimin” diyordu ama biz toplum olarak baharı hiç yaşamadık...
Buz çölüne terk edilmiş bir Eskimo gibiydik, İlhan Selçuk’un deyişiyle...
Stefan Zweig, “Dünya Fikir Mimarları” kitabının birinci cildinde Kleist, Nietzsche, Hölderlin’i anlatır... Zweig, ne olduğunu ve ne olmayacağını anlatır...
Kitaptan bir bölüm ve yazıma nokta:
“...Eserler hep geç kalır, olgun insan için zaman mermerde su gibi alınmadan akar gider; ama şair insanlar, kendileri bu arada ihtiyarlar...”
Herkes ihtiyar...
Kitabı okurken bir tümcenin altını çizdim:
“Unutkan yaratık insan kendi gençliği kadar yabancı değildir...”
Asıl olan, ne ihtiyarlık ne unutkanlık; insanın kendisiyle yabancılaşması, ödleklik, cehalet, dincileşme içgüdüsü!
Bu da vahşi kapitalizmin işine yarar!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları