Hikmet Çetinkaya

Aşk Ağacında Hayatın Gölgesi...

08 Aralık 2013 Pazar

Sessiz çığlıklar içindeydik, derin uykularda... Ufukları şiire benzeyen mavi sularda...
Yüreğimiz bir başka atıyordu!
O gün doğumlarını özlüyorduk...
Saçlarında menekşeler saklayan çocuklar... O zindanlar, sömürü düzeni!
Düşünceye vurulan kelepçe...
Bilinmez bir tutku, bir çığlık, ölüm haberleri.
Bir ürpertiydi belki çevreni kasıp kavuran...
Senin kirpiklerinde bir kış sabahı...
Yağmur, kar, buz...
Fırtına...
Umutla umutsuzluk...
Cahit Külebi’nin o canım dizeleri:
“Bu gece, bu gece Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde hâlâ uzak sevgilerin derin aydınlığı,
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”

***

Yayvan gülüşlerin zamansız saatiydi.
Bir köşede yalnızlığın ve hüznün kölesiydi...
Yalancı bir âşık gibi göz kırpan özgürlük, demokrasi, barış, kardeşlik...
Hepsi ama hepsi yalandı...
Var olan yaşama sımsıkı sarılmak, düşünmek uzun uzun.
Tutmak ellerini, bir daha hiç bırakmamak!
O yoksulluk!
Derin güçler!
Cinayetler!
Demir kapı, kör pencere...
Yastığın, yorganın...
Tıpkı Ahmed Arif gibi...
Dağlarıma baharın gelmediği memleketim...
O bitmeyen mağdurluk edebiyatı!
Din sarmalındaki ortaçağın karanlığı...
Çocuk gelinler, töre adı verilen o vahşet!
Kadına şiddet ve tecavüz!

***

O geceyi anımsa...
İlhan Selçuk, Serdar Kızık ve Tayyar Eraslan...
Ayışığı denize doğru uzanıyordu.
1995’in sonbaharı...
O eski fotoğrafı dün yeniden görür gibi oldum Boğaz’ın derin sularını seyrederken Beykoz’da...
Aradan 18 yıl geçmiş...
Cezaevi aracı ağır ağır uzaklaşıyordu.
Jandarmalar, polisler, anneler, babalar, kardeşler...
Bir anne cezaevi aracının peşinden koşarken çığlık çığlığaydı:
“Götürmeyin oğlumu, yavrumu, o daha çocuk!”
Cezaevi aracı hızla uzaklaşmıştı...
Manisalı çocuklardı onlar...
Lise çağında...
Yaşları 15-16...
Çete kurup tren vagonlarına yazı yazdıkları için, gözaltına alınıp işkence görmüşler ve tutuklanmışlardı.
O gece o anneyi konuşuyorduk!
Hayatı, sevgiyi, insanlığı!
Çocuklarından korkan; çocuklarını yargısız infazlarda öldüren, zindanlara atan bir ülkenin insanlarıydık.
Ölümlere alkış tutuyor, katilleri omuzlarımızda taşıyorduk.
Bunları yaparken hiç mi hiç utanmıyorduk!
İyonya gecesinde denize yakın bir masada konuşuyorduk bunları...
Bir ara İlhan Selçuk şöyle demişti:
“Çocuklarını sevmeyen bir toplum uygar olamaz!”
Doğru bir sözdü...
Aradan yıllar geçmiş, Manisalı çocuklar büyümüş, iş güç sahibi olmuşlardı.
Hâlâ çocuklarımız vardı içeride, aydınlarımız, bilim insanlarımız, yazarlarımız, milletvekillerimiz...

***

Derin bir uykudaydık...
Beykoz’da Boğaz’dan geçen gemiler, boş sokaklar...
Hava buz kesiyordu...
Bir alacakaranlık sessizliği sarmıştı çevremi...
Ve Edip Cansever’in dizelerini mırıldanırken o İyonya gecesini düşündüm:
“Yani bizim hiç beklemediğimiz şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne”

***

Ölümün anlamı nedir gerçekten!
Mario Luzi gibi, zamana yakalanmak varken:
“... Zamana yakalandım körpecik ve ölürken; türkümü söylediysem de denizler gibi zincirlerimle...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları