Olaylar Ve Görüşler

Asırlık Çınar; Türk Sineması

10 Mart 2015 Salı

“Ayastefanos’taki Rus Anıtı’nın Yıkılışı” isimli birkaç dakikadan ibaret olan ve Türkiye sinema tarihinin ilk yerli filmi olarak kabul edilen bu çekimin üzerinden tam bir asır geçti.

Osmanlı Devleti, Birinci Paylaşım Savaşı’na resmen dahil olmadan 10 gün önce, halkın duygularını güçlendirmek ve halkı savaş psikolojisine hazırlamak için bazı etkinlikler düzenlemişti. Ayastefanos’taki Rus anıtının yıkılması bu etkinliklerden biriydi.
Silahlı kuvvetler, bu olayın filme alınmasını istedi. Sinema ile ilgilenen Yedek Subay Fuat Uzkınay, abidenin yıkılışını filme almakla görevlendirildi.
Takvimler 14 Kasım 1914’ü gösterdiğinde, “Ayastefanos’taki Rus Anıtı’nın Yıkılışı” adlı ilk yerli film izleyici karşısına çıkmıştı.
Türkiye sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen bu çekimin üzerinden tam bir asır geçti.

İlk film, ilk gösterim
Lumiere Kardeşler 29 Aralık 1895’te, “La Ciotat Garı’na Trenin Varışı” Parislilere izleterek dünya üzerindeki ilk film gösterimini gerçekleştirdiler.
Ülkemizde ilk yerli film gösterimi ise Cevat Boyer ile Murat Bey’in Şehzadebaşı’nda, 19 Mart 1908’de başladı. Şakir Seden ile Fuat Uzkınay, Milli Sinema’yı açtığında 1910 yılı yarılanmıştı.

Yeni dönem
Fuat Uzkınay’ın başlattığı Türkiye sineması kısa zaman içinde gelişti. 1910’lar Birinci Paylaşım Savaşı ile ilgili haber filmleri ve konulu filmler ile geçti.
1922 yılında ilk film şirketinin kurulması ile birlikte yönetmenliğe başlayan tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1950’li yıllara değin yaptığı üretimlerle Türkiye sinemasının unutulmaz ismi oldu ve bu döneme damgasını vurdu.

Yeşilçam’ı kurmak
Faruk Kenç ile bilimsel bir tarz geliştiren Türkiye sineması “Yılmaz Ali” ve “Dertli Pınar” gibi filmlerle yeni bir aşama kaydetti.
Baha Gelenbevi’nin “Deniz Kızı” adlı filmi ile Şadan Kamil’in filmleri, tiyatroyu sinema ile birleştirdi. Bu durum bazı sinemacıların “Türkiye sinemasının kimliğini bulamadığı” ve “sadece tiyatrodan beslendiğine” dair eleştirilerini doğurdu.

50’ler, 60’lar, 70’ler…
1950’li yıllar, Türkiye sinemasında “Tiyatrocular Dönemi”nden “Sinemacılar Dönemi”ne geçişin yaşandığı dönem olarak biliniyor. 1960’larda sinemaya melodram formuna bağlı, çocuk kahramanların rol aldığı “Ömercik”, “Ayşecik” filmleri eklendi. 1970’li yıllarda bir yanda Ertem Eğilmez’in temsil ettiği aile filmleri ekolü, öte yanda Yılmaz Güney’in temsil ettiği devrimci sinema ekolü hâkimdi.
Yılmaz Güney’in sanatsal yaşam öyküsü, sadece Türkiye sineması bakımından değil, dünya sineması bakımından da benzerine pek rastlanmayan özellikler taşır. Yılmaz Güney, Türkiye sinemasında yalnızca yönetmen olarak değil, aktör olarak da kendisinden sonra gelenlere önemli bir örnek oluşturdu.
1970-80 arası bir düzine genç yönetmen, onun ödünsüz ve gözüpek gerçekçiliğini benimsediği gibi, birçok genç aktör de kaliteli filmlerde oynamayı, ilkeli davranmayı benimsedi. Bu anlamda öncülük, Yılmaz Güney’in sinema sanatımızdaki yerini konumlarken kullanabileceğimiz en geçerli sözcüktür. Yılmaz Güney bir öncüydü.

Altın Ayı ve diğerleri…
100 yılı geride bırakan Türkiye sinemasını zirveye taşıyan son dönemde uluslararası festivallerde ödül kazanan yönetmenler oldu.
Metin Erksan ve Yılmaz Güney’in açtığı yolda, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Çağan Irmak gibi birçok ismin aralarında bulunduğu yönetmenlerin filmleri kazandıkları ödüllerin yanı sıra Türkiye sinemasına yeni bir bakış kazandırdı.  

M. UTKU ŞENTÜRK Maltepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Doktora

 

-

 

Şiddetin kaynağı nedir?

Uluslararası hukukun çabalarına rağmen, hem dünyada hem de ülkemizde, cinsiyet ayrımcılığı ve kadına yönelik insan hakları ihlalleri bakımından utanç verici bir karneye sahibiz.

8 Mart bir kutlama günü değil, hak arama direnişinin simgesidir. Cinsiyet ayrımcılığına, baskıya, sömürüye, şiddete karşı verilen mücadelenin tarihidir, dayanışmanın adıdır.
Emek sömürüsüne karşı direnen kadın işçilerin fabrika önüne kurulan barikatı aşamadığı için yanarak can verdiği 8 Mart 1857 yılından, hemen her gün bıçaklanarak, yakılarak, boğularak öldürülen kadınlarımıza kadar, bir emek ve onur savaşıdır.

Kadına hükmeden bakış
Dünya Ekonomik Forumu’nun 2014 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre 142 ülkede toplumsal eşitlik bakımından Türkiye 126’ıncı sıraya düşmüş. Son on yılda 20 basamak gerilemişiz.
Özünde bir hukuk devrimi olan Cumhuriyet’in temel değerlerinin bu kadar çok saldırıya uğradığı, hukuk devletinin bu kadar çok yara aldığı süreçte karşı karşıya kaldığımız sonucu şaşırtıcı bulmuyoruz.
Çünkü kadınların hayatına, hukukun değil, tepeden dayatılan erkek egemen zihniyetin şekillendirdiği toplumsal bakışın hükmettiğini görüyoruz. Cinsel ayrımcılığına, kadına yönelik şiddete ve insan hakları ihlallerine karşı tedbir almakla yükümlü devleti yönetenlerin zihniyetine, kullandığı erkek egemen şiddet diline bakıyoruz ve sorunun ana kaynağına ulaşıyoruz.

Şiddet neden arttı?
Son yıllarda kadına yönelik şiddetteki artışın adeta bir toplumsal cinnete dönüşmesinin birinci derecede sorumlusu, tepeden dayatılan erkek egemen şiddet dilidir.
Kadına yönelik şiddeti bahane ederek onları eve hapsetmeye çalışanların da yalanlarını yüzlerine vurmak zorundayız:
Biz biliyoruz ki kadının en fazla şiddete uğradığı yer evi, ona en fazla şiddet uygulayanlar en yakınlarıdır. Kız çocuklarımızın, gencecik kadınlarımızın yaşam haklarını ellerinden alan, özgürlüklerini ortadan kaldıranlar;
* Onların eğitim haklarını ellerinden alanlardır.
* Onları çocuk yaşta evlendirenlerdir.
* Okulda, mini etekli kızları taciz timleri kuran sözde eğitimcilerdir.
* Kocasından şiddet gördüğü için karakola sığınan kadınları yeniden kocalarına teslim eden emniyet görevlileridir.
* Çığlık çığlığa sığınma evlerine başvuran kadınları sahipsiz bırakanlardır.
* Kadın bedeni üzerinden siyaset yapanlardır.
* Hepsinden de acısı, tepeden dayatılan erkek egemen anlayışını kararlarına yansıtan kimi yargı mensuplarıdır.

Haksız tahrik
Kadın cinayeti işleyenlere kravat taktıkları için “iyi hal indirimi” uygulayan, tecavüze uğrayan kız çocuklarının rızası olup olmadığını, ruhsal bütünlüğünün etkilenip etkilenmediğini soruşturan, katillere “haksız tahrik” adı altında ceza indirimi sağlayan erkek egemen adaleti değil, gerçek adaleti hâkim kılana kadar direneceğiz. Gencecik bir kızımızın canı üzerinden toplumun öç alma duygusunu istismar ederek idam ve hadım tartışmalarını gündeme getirenlerin, dayanışmamızı ikinci plana atmasına izin vermeyeceğiz.

Gün mücadele günü
Kadına yönelik her türlü ayrımcılığa; emeğine, bedenine ve kimliğine yönelik şiddete karşı, insan haklarına gönülden bağlı herkesle, bu ülkenin aydınlık kadınları ve aydınlık erkekleriyle birlikte omuz omuza mücadele edeceğiz.  

Av. Berra BESLER Türkiye Barolar Birliği Bşk. Yrd.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları