Özgür Mumcu

Bir Uğultuya Ağıt

04 Nisan 2015 Cumartesi

Ölü bir çocuğun yakasına yapıştın. Silkeledikçe silkeliyorsun. Nefretin gözbebeklerinden aşağı ağır bir yağ gibi sızıyor. Ondan suretinin bu halleri.
Yüzünün her bir kası korkundan ve nefretinden kasılmış. Kapkara ve çorak bir kayaya yüzünü yontuyorsun. Nereye dönersek sadece onun dermanını ölü bir çocuk bedeninden arayan gözlerini görelim diye konuşuyorsun.
Tabutların yanında bile ağzını mikrofona yapıştıracak kadar kendinden geçtin.
Sen ve küheylan sürdüğünü zanneden eşeğe binen süvarilerin, boğazından halatlarla bağladığınız memleketi bir uçurumun yamacına toz duman içinde sürüyorsunuz.
Ama olmuyor. Çarşaf çarşaf yalanlara rağmen, kürsülerden atılan iftiralara rağmen, gerilmiş paslı yaylardan teker teker atılan ucu ziftli oklara rağmen. Olmuyor, beceremiyorsun.
Elinde her gün ucunu yağlı bileğitaşlarına sürttüğün hançerin. O hançeri her gün memleketin sinir uçlarına saplıyorsun. Yetmiyor açtığın yaranın içinde hançerini döndürüyorsun. Çığlık sesi kulaklarını yeterince doldurmayınca hırsla bir daha konuşuyorsun. Kulağını meftun olduğun kendi sesinle doldurana kadar konuşuyorsun. Arsız akvaryum balıkları gibi kendi sesinden yaptığın yemine doymak bilmiyorsun.
Hançer sinirleri deşecek. Hançer sinirleri lif lif koparıp atacak ki ortalığı pus kaplasın. Delirttiğin insanlar birbirinin boğazına sarılsın. Sarılsın ki kurtarıcı bir baba gibi kindar gölgenle üzerimizi kapla. Kendi hançerinle açtığın yarayı çarpık dikişlerinle sen dik. Delik deşik, zikzakla dikilmiş vücutlarımızda eserini gör. Mutlu ol, dik dur. Eğilme.
Senin kürsülerin var. Sonra boy boy gazetelerin, televizyon kanalların. Hepsi hesabı sorulmayan yalanların lezzetini aldı. Dişleri kamaşıyor. Senin önlerine attıklarını gagalarıyla didik didik ederek gevşiyorlar. Kursaklarında erittikleri hakikati senin önüne kusuyorlar. Başlarını okşuyorsun. Az kusanın yüzüne hiddetli tokatını patlatıyorsun. Gagalar kahkaha zannettikleri bir gıcırtıyla kıpraşıyor, birbirlerine sokulup kanatlarının arasından bitlerini ayıklıyor.
Ama senin çok canın sıkılıyor.
Elinin tersiyle bir rüzgâr savuruyorsun, berbat kuşların başka bir hakikati kursaklarına atmak için cayırtıyla havalanıyor.
Tahtının yanında bir sandık var. Aç o sandukayı. İçinde ölü bir çocuk var. Yapış iki yakasına. Salla cansız omuzlarını. Onun yüzüne bağır. Sesin koca odaların koca duvarlarına çarpa çarpa kendi üzerine kapaklanıyor.
Tahtının yanında başka bir sandık daha var. Onun yanında bir başkası. Sonra bir sandık daha, bir tane daha, bir tane daha.
İçlerinde ölü çocukların olduğu sandıkların ortasında bir tahtta oturuyorsun. Her sandığın üzerinde gıcırdayan gagalarıyla kusan kuşların. Dünyanın orta yerindesin. Dünya dönüyor. Havalanıyor kuşların. Havalanıyor sandıklar. Tahtında yalnızsın. Dünya duruyor. Sen tahtında dönüyorsun, kendi kendinin uydusu oldun. Dönüyor dönüyorsun. Kulaklarında ölü çocuklara haykırışın. Döndükçe sesin bir uğultuya kesiyor.
Azalıyorsun, sadece o uğultudan ibaret bir koyuluğa erişiyorsun.
İnsanların bir tek kötü zamanlarında kulaklarına çalınan ve sonra bir baş silkmesiyle alt ettikleri berbat bir uğultunun koyuluğundan ibaretsin.
Kâbus mu bu?
Değil.
Bunu sen yaptın.
Böyle kaybolacaksın.
Kötü zamanlarda uzaklardan duyulan bir cisimsiz uğultu olarak dönüp duracaksın.  

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tutuklu yargı 5 Eylül 2018
Kimiz biz? 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları