Bağış Erten

Hem Passolig hem deplasman yasağı olmaz

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Lig başladı, hepimiz bir heves maçlara gitmeye başladık. Passoligciler yavaş yavaş alıştığımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar. Altan Erkekli Vizontele’de “niye ateş yaktınız” sorusuna ne diyordu: “Üşüdük!” Biz de özledik! Fakat bir süre sonra aynı sorunlar zuhur ederse gene tenhalaşacaktır ortalık. Tamam, haklı olarak dayanamayıp tribüne dönenler de var. Misal Gençlerbirliği’nin zaten az olan taraftarı. Haksızlar mı? Yıllar içinde bir avuçtan onbinlere yaklaşmışlardı. Şimdi o momenti kaybetmek istemiyorlar. Fenerbahçelileri kombine aldı diye kim suçlayabilir? Yeni stat açılınca biliyoruz ki Beşiktaşlılar için bu ‘su hiç durmaz’. Ama kombine almak ayrı şey, gitmek ayrı. Üç büyükler başka bir şey, Anadolu başka. Geçende de söyledim. Einstein’ın sanırım o lafını çerçeveletip Türk sporunun tüm kurum ve kuruluşlarına asmalı: Aynı yanlışları yapıp farklı sonuç beklemenin anlamı yok. Geçen seneki gibi hasıraltı/ halı altı politikası devam ederse, daha ilk haftadan güvenlik önlemi adı altında saçmalıklar sürerse varacağımız yer belli. Biri n’olur bize şunu açıklasın. Madem Passolig’le her şey güvenli neden hâlâ deplasman yasağı var? Madem bu kadar iyi bir şey, söyleyin bakalım kaç kişi cezalandırıldı da caydırıcılık yarattı?

Savaş çığırtkanlığı hortluyor
Tribün doluluğu ve Passolig meselesi daha çok su kaldırır. Taşı kırmakta biraz daha ustalaşıp, dostu düşmanı o zaman ayırt ederiz. Nâzım’ın bu güzel dizelerine bayılan Ahmet Kaya gibi yapalım. Ne demişti Resitaller albümünde: “Onu şimdi söylemeyeceğim, onu sonra söyleyeceğim.”
Asıl başka bir endişem var. Henüz 3-4 maça gidebildim sadece. Muhtemelen diğerlerinde de durum aynıdır. Tribünlerde yavaştan 90’ların karanlık havası esmeye başlamış. Gene savaş çığırtkanlığı gene hamaset tezahüratlarda hortlamış. Eğer şehit cenazeleri siyasilerin ve tribünlerin diline düştüyse o zaman korkma zamanı gelmiş demektir. Unutmayın, tribünlerin her maç öncesi, adeta İstiklal Marşı gibi “şehitler ölmez” dediği günlerde on binlerce gencecik çocuk öldü. Neler yaşandı biraz hatırlasak yeter! Hadi hatırlamayı da geçtim, bari örnekten ders çıkaralım. Bu sezon “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” tezahüratını ilk Shakhtar maçında duydum ben. İnsan bari oradan ibret alsak diyor. Savaş ne kötü bir şey Shakhtarlılara bir sorsak. Savaşın ortasında futbol seyretmek, futbolcu olmak nasıl bir şeymiş bir dinlesek. Biliyorsunuz, kendi evinde bile oynayamıyor Ukrayna ekibi. Bakın kaptan Srna savaş sırasında konuyla ilgili sorulan bir soruya ne cevap veriyor: “Savaş ne garip bir hismiş. Keşke hemen bitse. Bir bitsin, mahalleme döneyim, toprağı mecazen değil gerçekten öpeceğim.”
Ama iyi şeyler de oluyor. Tam da Eskişehirspor maçında Fenerbahçe tribünlerinin Ali İsmail Korkmaz’ı başlatması gibi. İkisi de gençlerin ölümüyle ilgili iki tezahürat nasıl farklı yerlerden bakıyor. Biri “unutmadık, unutturmayacağız” tadında, diğeri gizli özne olarak hep içi boş bir savaş çığlığı barındırıyor. Çiller’in o çirkin sözünü tersine çevirelim: Bu dönemde kurşunu atan da yiyen de gencecik garibanlardır. Bundan nemalananların da şerefle ilgisi yoktur. Bu memleketin genç çocukları futbol izlesinler sadece. Ali İsmail’leri unutmamak başka bir şey, “vatan bölünmez” sloganlarıyla gençleri ölüme göndermek başka. İlle de bu konuyla ilgili duyarlılık göstereceksek alın size öneri: “Gençler ölmesin, barış hemen şimdi!”

Çeviride kaybolmak
Tribün sorunları dedik. Bir de mavra yapalım. Lost in Translation (Bir konuşabilse) diye bir film vardı hatırlarsınız. Konusu değil ama ismi bugünlerde bana başka bir şeyi hatırlatıyor (Gerçi bir de Tom Selleck’in Japonya’ya giden ünlü bir beyzbolcuyu oynadığı, Mr. Baseball isimli ‘çeviri sorunlu’ bir filmi daha vardı, ama yerimiz dar, konuya odaklanalım). Lost in translation’ın güzel çevirisi “tercümede yitirilen” aslında. Ve bu aralar tribünlerin asıl sorununun tam başlığı. Malum, yabancı kuralı değişti ve artık takımlar sahaya 11 yabancı oyuncuyla çıkabilecek. Yani her an, ana dili Türkçe olmayan, büyük oranda da pek Türkçe bilemeyen 11 oyuncu sahada olabilir. Bu durumda tezahüratlar ne olacak peki? Nasıl anlayacaklar? Hadi maç önü yumruk şov öncesi isimlerinin söylenmesini öğrendiler. Ya diğer literatür?.. Misal, takım iyi oynuyor, ama bir türlü gol olmuyor. Ne der tribün: “Tam zamanı, tam zamanı şimdi.” Kim anlayacak bunu? Ortalık gerildi, hakem kötü. Tribünler hakeme yükleniyor. Nasıl anlayacak Nani? Bir gol attı Podolski, tribün ikinciyi istiyor. Bilebilecek mi? Tamam, pek çok avantajı da olabilir bunun. “En büyük taraftar, futbolcular sahtekâr” diye bağırılırken duymamak iyi. Ama takım devreyi mağlup kapatmış. Mario Gomez “Bizler inandık, siz de inanın”ı anlamadan nasıl gaza gelecek ki? M’Bia’nın, Türkçe’nin tüm imkânlarını kullanan Trabzonspor tribünleri karşısında çaresizliğini bir düşünün. Acaba Markus Merk’in muhteşem çevirmeni Fırat İşbir’le mi anlaşsalar? Kulakta bir mikrofon, anında çeviri. Nefis olmaz mı? Gerçi o da kurtarmaz ki! “Yaylalar yaylalar”ı o bile çeviremez. “Ay akşam ışıktır” ne demek yahu! “Pınarbaşı burma burma burma, yar yar yar” başladı. Çevirdin. Cevap: “What?” “Ölmeye geldik” başlayınca direkt biplemek lazım. “Haklıyız, kazanacağız” başlarsa? Amanın devrim mi oluyor? “Re e re, ra ra ra”nın konuyla ilgisini biraz daha açar mısınız? Hepsi neyse de, ‘musalla taşı’nı ne yapacağız? Şaka bir yana, sezon başında maçları bir de bu gözle izlesenize. Bakalım, futbolcular tribünlerin dilini sökene dek nasıl tepki verecekler  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bu sezon o sezon değil 2 Eylül 2018
Herkes biliyor 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları