Şu Zaman Meselesi

07 Mart 2016 Pazartesi

Bu hafta Okur Temsilcisi köşesini, Zaman gazetesine kayyım konusunu tartışan çok sayıda iletiyi dikkate alarak bu konuya ve önemli bulduğum bir okur iletisine ayırmak durumundayım. Laiklik konusu artan bir önem kazandı, medyaya yönelen tehdit ise olağanüstü boyutlara ulaştı. Kafa karıştıran son gelişmeler üzerinde durmayı, tartışmayı zorunlu kılıyor.

***

Zaman gazetesine kayyım atanması, tek başına ele alınabilecek bir mesele değildir. Ama madem ki konu bu grubun geçmişte yaptıkları üzerinden tartışılmaya başlanmıştır, bir saptama yapılmasında yarar var: AKP iktidarının ortağı olarak Cemaat’in yakın tarihimizdeki baskı ve zulümde büyük pay sahibi olduğunu öncelikle teslim edelim. Zaman’ın tetikçilik yaptığını, kirli bir misyon üstlendiğini, bir projenin önemli parçasını oluşturduğunu söyleyelim. Ama bir şey daha söyleyelim; Zaman grubu bu misyonu tek başına üstlenmedi; Taraf gazetesi ve onun şimdi haklarını yemeyelim iktidarla kapışan kimi yazar ve yöneticileri de büyük pay sahibiydiler. Zaman’ın manşetlerini tartışırken Taraf’ın manşetlerini unutmak olmaz.
Zaman hızlı geçti. Ortaklık bozuldu, Cemaat iktidardaki ortağı tarafından yargılanır hale geldi. Bu yargılamaların nedeni, tetikçilikleri, Ergenekon davalarında gördükleri işlev değil, “ortağına ihanet”tir. Böyle bir ihanet olmasaydı, yargılama da söz konusu olmayacak ortaklık sürüp gidecekti. Sona ermesinin temel nedeni, “görevin” tamamlanması, ikincisi Cemaat’in ortaklıktaki payının, yani devlet organlarındaki varlığının tanınmasını istemesiydi. Olmadı; kavga büyüdü. Türkiye için hayati önem taşıyan, peşinin bırakılmaması gereken sırlar ortaya döküldü.
Başa dönelim. Zaman ve diğerlerine el konulması artık bu iktidar kavgasının değil, daha kapsamlı bir başka kavganın parçasıdır. Türkiye hızla “bize başkanlık lazım” sloganı altında otoriter bir rejime doğru savrulur, bu rejim fiilen yürürlüğe konulurken konu, dişleri sökülmüş Cemaat ile geç kalırsa iktidarı sarsılacak olan AKP’nin kavgası olmaktan çıkmıştır. Gerçek durumu, olup biteni görmek istiyorsak, AKP’nin yalnızca Cemaat’e saldırısına değil, yaptıklarının tümüne bakmalısınız. Güneydoğu’da kentler, kasabalar harabeye dönmüş, hak hukuk kalmamış, PKK terör yöntemleriyle ortaya çıkmış, olan, Kürt siyasi hareketine ve Kürt nüfusa olmuştur. Ülkenin her yerinde ilan edilmemiş bir sıkıyönetim söz konusudur. Toplantı ve gösteri hakkı askıya alınmış, uygulanamaz hale getirilmiştir. Tutuklamaların, gözaltıların haddi hesabı yoktur. Akademisyenlere olmadık zulüm reva görülmüştür.
Konumuza dönelim; medya susturulmuştur. Ana akım adı verilen medyada patronlar “yola geldiklerini” açıklama üstüne açıklama yaparak ilan etmekte, “tehlikeli” gazetecilerin programlarını iptal etmektedirler. Bu koşullarda Zaman gazetesine kayyım atanmasını, Anayasa Mahkemesi kararıyla serbest kalabilen, tutukluluklarını Cumhurbaşkanı’nın savunduğu Can ve Erdem’in yargılandığı gülünç “casusluk davası”ndan, Mirgün Cabas’ın programının ve başka programların yayından kaldırılmasından ayırarak tartışmak artık mümkün değildir.
Belki inkâr edilmesi, unutulması mümkün olmayan eski suçlar nedeniyle, “onlar da geçmişte bize az çektirmediler” diyebilirsiniz. Öyle der ve orada kalırsanız, yani saptamayla yetinmeyip Perinçek gibi AKP’nin yanında saf tutarsanız, hızla üzerimize gelen baskı ve zorbalık rejimi ile mücadeleyi bir kenara koymuş, kurdun tuzağına düşmüş olursunuz. Gerçekte çok karmaşık görünen durumun basit bir çözümü var: Darbe nereden, kimden geliyor, kime yöneliyor ona bakmak zorundayız. Otoriter bir yönetim tehlikesinin tehdidi altında olan kim? Büyük projenin medya ayağının bir parçası olarak yayınları durdurulan eski tetikçiliği kesin, sonradan demokratlığı kuşkulu Zaman gazetesi mi? Yoksa biz miyiz; Türkiye mi?

Unutulmaması gerekeni unutmak
3 Mart Cumhuriyet tarihimizin ve kuruluş felsefemizin en temel yasalarının kabul edilişinin 92. yıldönümü idi.
Her gün evimize giren Cumhuriyet’te doğal olarak bugünle ilgili bir haber ya da yorum aradım. Gözlerime inanamadım. Bir daha, bir daha... Yok, yok, yok! Oysa bu yasalar, laik demokratik Cumhuriyetimizin en temel devrimleriydi. 3 Mart 1924’te, aynı gün, “3 Devrim Yasası” olarak kabul edilen bu yasaların:
Birincisi; Halifeliğin Kaldırılması (23 Nisan 1920’de egemenlik padişahlıktan halka geçmişti. 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyet ilan edilmişti. Bu yasalardan sonra halifeliğin devam etmesi olamazdı.)
İkincisi; Şeria ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılması, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması,
3. Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası’nın çıkarılması. Egemenliğin halka geçmesi, Cumhuriyet’in ilanı arkasından çıkarılan bu yasalar, zincirin halkalarını tamamlayan, devrimin çimentosu idi.
AKP iktidarının açıkça laik demokratik Cumhuriyetimize savaş açtıkları bir dönemde, Cumhuriyet gazetesinin 3 Mart’ta bu yasaların önemine değinmeyişi, herhangi bir etkinliği haber yapmayışı; yine herhangi bir Cumhuriyet yazarının bu konuyu ele almayışı kabul edilebilir, onaylanabilir bir durum değil.
Haydi 3 Mart atlandı diyelim. 4 Mart’ta da, bu devrim yasaları ile ilgili tek haber, yorum yoktu! 45 yıllık bir Cumhuriyet okuru olarak, en azından duyarsızlık ve sorumsuzluk olarak kabul ettiğim, bu durumu kınıyorum. Saygılarımla... Mesut İzgili  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları