Bir mültecilik öyküsü

01 Temmuz 2016 Cuma

Bu kasvetli, boğucu günlerde biraz olsun havayı değiştirip soluklanmak için kaleme aldım bu yaşanmış öyküyü…
Yıl 1987. Almanya’nın Marl kentinde 25 kadar mülteci bir “yurttaşlık bildirgesi” yazıp yayımlamak üzere bir araya gelmişiz. Hemen herkes “sol”un başka bir akımından… Kimimiz TİP’li, kimimiz TSİP’li, kimimiz TKP’li, kimimiz Aydınlıkçı, kimimiz Dev-Yol’cu…
İki gün sürecek toplantının ilk saatlerinde herkesin üzerinde bir tedirginlik var; “normal” koşullarda bir araya gelmeleri pek olanaklı olmayan bu insanlar nasıl olup da ortak bir bildirge kaleme alacaklar? Demir Özlü, İsmail Çoban, Ömer Polat, Ataol Behramoğlu, Dursun Akçam, Nizamettin Arıç, Hüseyin Erdem, Ergin Erkiner, Fuat Saka, Tektaş Ağaoğlu, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mahmut Baksı ve daha birçok arkadaş geniş bir (U) şeklinde düzenlenmiş masalarda yan yana oturmuş, tartışıyoruz.
Doğal ki tartışmaların dozu zaman zaman artıyor fakat bir süre sonra yeniden yumuşuyor. İlk günün akşamı içilen şarapların, biraların da etkisiyle insanlar birbirlerine daha bir dostça, daha bir hoşgörüyle yaklaşıyor.
Ertesi gün 4 Nisan 1987 tarihli ortak bildirgenin kaleme alınması başarılıyor. İsteyince oluyor.

***

Şimdi geriye dönüş zamanı. Almanya’nın Hamburg kentinde yaşıyorum ama yolum Paris’e. Hamburg’daki Galeri Art Intercultura adlı sanat galerimde altı haftadır sergilenen Utku Varlık’ın tablolarını geri götürüyorum. Canım dostum, ağabeyim Dursun Akçam Paris’e gideceğimi biliyor. Yola çıkmadan bir süre önce yanıma geliyor, “Yahu bizim Ataol da Paris’e gidiyor, onu da alır mısın” diye soruyor. “Ağabey, iyi, alırım da ben sınırı yasal olmayan yollardan geçeceğim, çünkü elimdeki mülteci pasaportu Almanya dışına seyahat etmeme izin vermiyor…” Dursun Akçam hiç oralı olmuyor, “Sen becerirsin!” diyor.
Neyse yola çıkıyoruz, Ataol yanımda oturuyor. Uzunca bir süre ne konuşacağımı bilemediğimizden hiç konuşmuyoruz. Ataol, sınırı geçiş konusunda haklı olarak endişeli. Bunun dışında ikimizin siyasal yaklaşımlarındaki farklılık da bir konu açmamıza engel gibi geliyor bana. En iyisi susmak!
Fakat yol uzun, tek söz etmeden onca yolu almak neredeyse bir işkence. En iyisi siyasete bulaşmadan sohbet etmek… Öyle de yapıyoruz. İkimizin de çenesi açılıyor. Oh be!
Özellerimizden söz ediyoruz, ütopyalarımızdan konuşuyoruz. Meğerse o kadar çok ortak yanımız varmış ki… Müzik, dans, estetik, güzel bir geleceğe ilişkin düşler…
İkimiz de Marksist gelenekten geliyoruz, temel ilkelerimiz ortak, ikimiz de yurtseveriz; siyasal farklılıklarımız özümüzün yanında gerçekten teferruat olarak kalıyor.

***

Paris’e geliyoruz. Beni evine davet ediyor Ataol, eşi yiyecek bir şeyler hazırlamış. Koyu bir sohbet; daha sonra şair Özdemir İnce geliyor İstanbul’dan. Hoş bir gece… Kucaklaşarak vedalaşıyoruz.
O gün bugün Ataol Behramoğlu sevindiği ile sevindiğim, üzüldüğüyle üzüldüğüm bir arkadaşım.
İnsanlar niçin teferruatlara takılıp özleri gözden kaçırıyorlar? Üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken bir soru bu, özellikle de solcular için.
Sonrasında Ataol’la gazetemiz Cumhuriyet’te buluşuyoruz.
Aynı demokrasi, aynı devrimci, aynı özgürlük, aynı insan hakları saflarında…
Ne güzel…
Not: 29 Haziran tarihli “Biz ‘bitti’ demeden bitiverdi” başlıklı yazımda iki yanlış yapmışım. 1. İzlanda’nın en kötü olasılıkla 4. olması doğru değil, çünkü sekiz takım var. 2. Türkiye, Çek Cumhuriyeti’ni 1-0 değil, 2-0 yenmişti. Okurlarımdan özür dilerim.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları