Ahmet İnsel

‘Ben devletim!’: Bürlesk ve despotik otoriterizm

06 Mayıs 2017 Cumartesi

Tarihte mutlakiyeti en iyi ifade eden sözlerden biri, Fransa Kralı 14. Louis’nin 1655’te Paris parlamentosu üyelerine hitaben söylediği iddia edilen, “Devlet, benim!” cümlesidir. Kral’ın huzurunda yapılmış bir parlamento toplantısında alınan karara parlamento üyelerinin itiraz etmesi üzerine, bir yıl önce kraliyet tacını giymiş genç kralın öfkelenerek böyle bir yanıt verdiğini tarih yazar. O dönemin parlamento tutanaklarında kralın böyle bir söz söylediğine dair bir kayıt yoktur ama bu söz, daha sonra Güneş-Kral olarak adlandırılacak olan 14. Louis’nin mutlakiyet rejimini iyi betimlediği için, gerçekten söylenmiş gibi tarihe geçer. Parlamentodan çıkarken özel bir ortamda söylenmiş olması ihtimali de vardır. Çünkü mutlakiyet rejiminin ana kurallarından biri, “Prens geldiği zaman, hâkimler susar” kuralıdır. Kralın huzurunda alınmış bir karar mutlaktır.
Mutlakiyetin son bulmasıyla birlikte, “Devlet, benim!” ilkesi ortadan kalkmadı. Dönüştü. Bu ifade, kan bağı nedeniyle devletin doğal olarak kendisinde vücut bulduğu, aristokrat mutlakiyetçiliği yansıtıyordu. 14. Louis, “Kral, benim” de diyebilirdi. Tarihçi Kantorowicz, Kralın İki Vücudu adlı ünlü kitabında, mutlakiyetçi monarşide kralın bu ikili yapısını inceler.
Aristokrasinin yerine geçen seçimli veya seçimsiz cumhuriyetçi otoriterlik veya diktatörlüklerde ise, “Ben devletim” cümlesiyle ifade edilecek bir yeni mutlakiyetçilik ortaya çıktı. “Ben devletim” demek, ben devlet oldum demektir. Bu devlet oluş biçimi, plebisite dönüşmüş seçimle veya yönetime el koyarak gerçekleşmiş olabilir. Bunun “devlet benimdir” diye düşünen türü de vardır. Devleti bir özel şirket sahibinin şirketini yönettiği gibi yönetmek hakkına sahip olduğunu iddia eder.
Batı demokrasilerinin merkez ülkelerinde, 2. Dünya Savaşı sonrasında, iktidardaki kişinin “Devlet, benim!” anlayışını yansıttığı iddiası ilk kez açık biçimde İtalya’da 20. yüzyılın sonunda Silvio Berlusconi için dile getirildi. Hatta bunun “ben devletim” ve “devlet benimdir” olarak tezahür ettiğine İtalyan gazeteciler, sosyal bilimciler işaret ettiler. Büyük bir medya imparatorluğunun başında olan Berlusconi’nin, İtalyan Sosyalist Parti lideri Craxi’nin başbakanlığında kamu medya kuruluşlarının özelleştirilmesi sırasında yapılan büyük yolsuzluklar nedeniyle hakkında soruşturma yürütülürken adaletten kaçmak için siyasete sığındığı iddia edilir. Ama İtalya’da siyasetin iflas ettiği bir dönemin karambolü içinde aralıklı olarak üç kez iktidara geldiğine göre, İtalyan seçmeninin bir kısmında karşılığını bulan bir otoriterizmi temsil ediyordu. Berlusconi başbakan iken yargıçları, “vücuttan koparılıp atılması gereken kanserli hücre” olarak tanımladı, darbecilikle suçladı, yargıyı katlettiklerini iddia etti. En sonunda mahkeme önüne çıkmayı kabul ettiğinde, duvarda yazılı “Kanun önünde herkes eşittir” cümlesini yüksek sesle okuyup şöyle dalga geçebiliyordu: “Ama Berlusconi için daha da eşittir, çünkü İtalyanların çoğunluğu bana oy verdi.” Berlusconi için seçilmiş olmak, devlet kurumlarını şahsi kurumlarına dönüştürmek için yeterliydi. Bu zihniyeti birçok günümüz otoriter muktediri de sergiliyor.
Sonunda İtalya’da hâkimler kazandı. Berlusconi üçüncü başbakanlığını 2011’de iktisadi kriz nedeniyle bırakmak zorunda kaldı. 2013’te de vergi kaçakçılığından mahkûm olunca senatörlüğü düşürüldü.
Böylece İtalya’da Berlusconi otoriterizmi, kuvvetler ayrılığının sağlam temellere dayanması sayesinde, yarattığı büyük hasarlara rağmen, son bulabildi. Bağımsız medyanın direnebilmesi ve en önemlisi yargının bağımsızlığı, Berlusconi yönetiminin bürlesk bir otoriterizmden öteye gitmesini büyük ölçüde engelledi.
Milano’da bu hafta Uluslararası İnsan Hakları Festivali’nin ikincisi düzenleniyor. Geçen yıl festivalin ana teması kadın hakları imiş. Bu yılki tema, ifade ve basın özgürlüğü. Konferansın başlığı, “Her kelimenin sonuçları vardır. Her sessizliğin de.” Konferansta ben de, Berlusconi ve çevresinin baskılarına karşı 2002’de Corriere della Sera’nın yayın yönetmenliğinden istifa eden ve bütün gazete çalışanlarının kendisiyle dayanışma için greve gittiği Ferruccio De Bartoli ile giderek yaygınlaşan “denetimli serbest gazetecilik” konusunu konuştuk. Ben, ifade ve basın özgürlüğü için yargının bağımsızlığının olmazsa olmaz önemini anlattım. Gerçekten de Berlusconi otoriterizminin bürlesk bir otoriterlikten öteye gitmemesinin yegâne değil ama belirleyici nedeni, yargının gerçekten bağımsız kalmış olabilmesiydi. Yargının da “Ben devletim” diyen başka ve bizim daha yakından tanıdığımız muktedire bütünüyle tabi olduğu yerlerde ise, otoriterizm haliyle despotik oluyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir otokrat prototipi 1 Eylül 2018
Kayırma ekonomisinin bedeli 28 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları