‘Sessiz savaşçı’lığın gürültülü yollarında…

08 Mayıs 2017 Pazartesi

Epey zaman önce, sayın Hidayet Karakuş’un Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan “Şeytan Minareleri” adlı ve 1993 Sıvas kıyımını konu alan romanında “Aydınlanmanın sessiz savaşçısı Sayın Ahmet Cemal’e…” diye bir ithafla karşılaşmıştım.
Bu söylem, o zamandan bu yana belleğimdeki unutulmazlar arasına katıldı ve beni düşündürtmeye hiç son vermedi.
Çok eskiden, “Seçilmiş Bir Yalnızlığın İçinden” başlıklı br deneme kaleme almıştım. Orada söz konusu olan, kendi yalnızlığımdı. “Şeytan Minareleri”ndeki zarif ithafta karşılaştığım sessizlik de seçilmiş bir yalnızlık mıydı acaba? Kafamda şekillenen temel soru buydu.
Hayatımın başlarındaki yalnızlık ve bunun beraberinde getirdiği sessizlik, geniş ölçüde içinde yaşanan koşullardan kaynaklanmaydı. Çünkü o başlangıç noktasında “babası her zaman eve gelmeyen” bir çocuğun yaşıtları arasındaki ezilmişliği ve bu ezilmişliğin yol açtığı sessizlik vardı.
Babaları her akşam “evde” olan arkadaşlarının ona babasını sorabilecekleri korkusundan kaynaklanan bir sessizlik. Bu sessizliği kuşandığı takdirde, ona soru yöneltilmesi olasılığı da önlenebilirdi – yani elbet belki de!
 
Bir yaşama alışkanlığı olarak sessizlik…
Sessizlik bir yaşama alışkanlığına dönüşünce, bu türden her alışkanlık gibi inatçı olup çıkar. O zaman artık içten gelen bütün eylemler, en ateşli direniş istekleri bile sessizlikten yola çıkıp, kendine özgü birer sese dönüşebilir.
Bir zamanlar çevirmenliğe başlama nedenimi, çok küçük yaşlarda bir yanı eksik bir aile çevresinde içime çöreklenen türlü korkuların etkisiyle, her yaşantıyı olduğu gibi yaşamak yerine yalnızca çevirilerinden tanımayı yeğlemiş olmamda aramıştım. Başka deyişle, geride bıraktığım karanlık zamanlar beni hayatın gerçekleri ile her doğrudan karşılaşmanın yeni bir yıkıma ve umarsızlığa sürüklenebileceğim paniği içersinde yaşatmaya başlamıştı.
Edebiyat çevirilerine uzanan yolumun temelleri sanırım aslında bu öncesiz korkunun temeliyle atıldı. Kalabalıklar ve dışa dönük her türlü militanlık karşısında duyduğum korkunun sessiz bir aydınlanma savaşçılığına dönüşmesi de buna benzer bir biçimde gerçekleşti. Aydınlamanın izlerini çok küçük yaşlarda sığınmaya başladığım kitapların dünyasında aradım. Bunun sonucunda, bir zamanlar bu ülkenin topraklarında filizlenmiş, kök salmaya başlamış bir Aydınlanma’nın yerini giderek karanlıklara bırakmasına kitlelere katılarak değil, fakat genellikle “pencerelerin arkasından” tanıklık ettim. Kitleleri etkisi altına alan o karanlıklara direnebilmenin yollarını da hep kendi tenha dünyamda ve kalemimle aradım. Alışılagelmiş anlamda bir kavgacı sayılamayacak kadar korkak oluşumu, o tenhalıkta geliştirmeye koyulduğum bir tür direnişle dengelemeye çalıştım.
 
Bir düşünme ve düşündürtme savaşımına atılmak…
Şimdi geriye baktığımda, aslında tam olarak bilemiyorum.
Çevirdiğim onca büyükler ve kendi yazdıklarım.
Belki onlarla biraz olsun direnebilmişimdir bir şeylere. Belki böylece biraz cesur bile olabilmişimdir. Ya da uzun zamandır artık korkmadığım için yürekli olma şansını da yitirmişimdir.
Dediğim gibi, artık bilemiyorum… 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları